Osmanlı Devleti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Osmanlı Devleti etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Temmuz 2016 Perşembe

Bekri Mustafa


Memleketimizin her tarafında bu ismi tanımadık kimse yoktur. Yüzlerce senelerden beri Karagöz oyunlarında görerek, mangal başında büyük ninelerin masallarında dinleyerek Bekri Mustafa ismiyle muvaneset etmemiş bir çocuk nadirdir. Bu kadar maruf ve meşhur olan Mustafa Ağa - o zamanlarda tahsil ve terbiye görmüş olanlara da ağa deniliyordu - gece ve gündüz işrete müdavim olduğu cihetle "Bekri" diye iştihar etmişti. Leyl ü nehar sermest bulunan bu zat zamanının hoş sohbet zürefâsından olduğundan dillerde yüzlerce hikâyât ve letâifi ile cümlenin aşinâsı bulunmuştur.

Bekri Mustafa Dördüncü Murad devrinin meşahir-i zürefâsından ve yorgancı esnafından Ahmed Ağa namında bir zatın mahdumu olup Kadırga yakınlarında Cündi Meydanı ile Küçük Ayasofya Cami-i şerifi arasında bir hanede 1010 sene-i hicriyesinde tevellüd etmiştir.

Pederinin hal ü vakti müsait olduğu cihetle Mustafa çocukluğu zamanını refah içinde geçirmiş ve beş yaşında iken Küçük Ayasofya Cami-i şerifi ittisalindeki mahalle mektebine verilerek orada mushaf-ı şerifi hatim etmekle beraber mukaddemat-ı ulumi  gördükten sonra Bayezid Cami-i şerifinde medrese derslerine devam ettirilmiş ve epeyce ilim tahsil eylemiştir.Mustafa'nın on altı yaşında olduğu sırada pederi Ahmed Ağa soğuk algınlığı neticesinde yataklara düşmüş ve sonrasında vefat eylemiştir. İki sene sonra yani Mustafa on sekiz yaşında olduğu sırada validesi de vefat etmekle tek başına kalmış ve işte bu esnada bazı arkadaşlarının ibram ve ısrarı üzerine ilk defa olarak Kumkapı'da Ermeni milletinden Agop'un işletmekte olduğu Gedikli meyhanesine giderek işrete başlamıştır.

Bekri Mustafa henüz genç denilebilecek yaşta yani kırk bir yaşında iken dört-beş gün süren bir hastalığı müteakip vefat etmiş ve cenazesi, vasiyeti mucibince, o zamanlarda müdavimi bulunduğu Balıkpazarı meyhaneleri civarında kain kabristana defnedilmiştir. Bilahare mezkur kabristan kaldırılıp yerine dükkân ve çarşılar inşa edilmiş ise de Bekri Mustafa'nın kabri, hürmeten yerinde bırakılmıştır.Bu mezar el-yevm Yemiş İskelesi'nde Kasımpaşa Sokağı'nda Hasan Çavuş nam zatın üç numaralı dükkânının arkasındadır. Mürur-i zaman ile zarar gören mezarı 318 senesinde o civar esnafının cem eyledikleri iane ile tamir ve müceddeden taş rekz edilmiş olduğundan bugün mamur bir halde bulunmaktadır.

İşte  Bekri Mustafa'nın letaif ve hikâyâtından birkaçı:

İşte Böyle Yuvarlarım!
İşretin memnu' olduğu bir zaman Bekri Mustafa'yı bir meyhanede içerken tutarlar ve inkâra mahal kalmaması için şişesini, kadehini beraberr alıp Bostancıbaşı'nın huzuruna götürürler. Meğer Bekri Mustafa'yı yakaladıkları zaman şişenin dibinde biraz rakı kalmış. Bostancıbaşı şişeyi elinde sallayarak:
- Be adam! Şu zıkkımı nasıl içersin! deyince Bekri Mustafa şişeyi ve kadehi eline alıp:
- Efendim işte böyle, ibtida şişeyi elime alırım, sonra kadehe boşaltırım. Kadeh dolduğu gibi kaldırır ve yuvarlarım! demiş ve artan rakıyı da Bostancıbaşı'nın huzurunda içmiş.

Ziyan Olmasın!
Bekri Mustafa nasılsa bir gece hasta olur ve hekim celp olunur. Hasta muayene edilir:
- Artık ümit yok kendisini rahat bırakınız deyince Bekri Mustafa yorgandan başını çıkararak:
- Öyle ise dışarı çıkın da mumu söndürün ziyan olmasın, der.

Besmele İle İçmezmiş
Bir gün Bekri Mustafa Ağa'yı karakola Bostancıbaşı'nın huzuruna götürmüşler. Bostancıbaşı Bekri Mustafa'ya:
- Senin şarabı besmele ile içtiğini ahali şikayet ediyor demesi üzerine Bekri Mustafa hiç telaş eseri göstermeyerek:
- Aman ağa ben suyu içerken bile aklıma besmele gelmez nerde kaldı ki şarap içerken hatırıma gelsin! demiş.

18 Mayıs 2016 Çarşamba

Maarif Nişanı


Maarif Nişanı, Osmanlı Devleti'nde eğitim, sanat ve bilim alanında çalışmalar yapan kişileri ödüllendirmek için Sultan Mehmed Reşad tarafından 1910 tarihinde verilen bir irade ile oluşturulan şeref nişanıdır.
(Maarif Nişanı Birinci Rütbesi)

Maarif Nişanı Nizamname Layihası

Birinci Madde
Silk-i talim müntesibinine ve hidemat-ı maarifperverâneleri müşahid olan zevata i'ta olunmak üzere bu kere "maarif nişanı" namıyla bir nişan ihdas olunmuştur.
İkinci Madde
Maarif nişanı üç rütbe üzerine mürettebdir.
Üçüncü Madde
İşbu nişan kayd-ı hayat ile i'ta olunur.
Dördüncü Madde
Maarif nişanının birinci ve ikinci ve üçüncü rütbeleri zemini kırmızı mineli muhaddeb bir daire üzerinde alamet-i seniyye-i Devlet-i Osmaniye olan hilâl ve yıldızı ve hilâlin ortasında tuğra-yı hümayunu havi olacak ve hilâlin beyaz mineli zemini üzerine "ulum u fünun u sanayi-i nefise" ibaresi yazılacaktır. Birinci rütbesi yeşil mineden ma'mul defne dalı taklidi bir daire ile muhat olacak ve ikinci rütbesi de yıldız cihetinden iki kavis daire ve üçüncü rütbesi de yine yukarı cihetinden iki kavis ile muhat bulunacaktır.
Beşinci Madde
Maarif nişanının birinci rütbesi kenarları beyaz, ortası kırmızı kurdela ile gerdana, ikinci ve üçüncü rütbeleri aynı renkte kurdela ile göğsün sol tarafına ta'lik olunur. Birincisi otuz yedi milimetre, ikincisi otuz milimetre, üçüncüsü yirmi altı milimetre katrında olacaktır.
Altıncı Madde
Maarif Nişanı ile beraber berat-ı âlisi dahi testir ve i'ta olunur. Beratı olmadıkça hiç kimse bu nişanı ta'lik edemez.
Yedinci Madde
Muallimlerden maarif nişanının üçüncü rütbesine kesb-i istihkak edebilmek laakall beş sene silk-i talimde hüsn-i hizmet etmekle meşruttur. Üçüncü rütbesine ihraz eden muallimin hizmet-i talimiyeye devam şartıyla beş sene mürurunda ikinci rütbesine ve on sene sonra birinci rütbesine kesb-i istihkak ederler. Fakat muallimlikte on veya on beş sene hüsn-i hizmetleri görülmüş olanlara veya hidemat-ı maarifperverâneleri sebk edenlere bidayeten ikinci veya birinci rütbeleri dahi tevcih olunabilir.
Sekizinci Madde
Maarif nişanının bir rütbesinden diğer rütbesine irtika edenler aldıkları rütbenin madununda olarak kendilerinde bulunan nişanı red ve iade eyleyeceklerdir.
Dokuzuncu Madde
Meslek-i talimden sükutu müstelzim olan mücazat-ı kanuniye maarif nişanının hakk-ı ta'likini selb eder ve istirdadını mucib olur.
Onuncu Madde
"Maarif nişanı" hükûmet-i Osmaniyeye birer suretle hidemat-ı maarifperverâneleri sebk eden ecanibe dahi i'ta olunur.
Onbirinci Madde
"Maarif nişanı" maarif-i umumiye nezaretinin takdir ve inhası üzerine ba-irade-i seniyye-i hazret-i padişahi ihsan buyurulur.

13 Mayıs 2016 Cuma

Adakale'de

Tuna üzerinde beş yüz elli senelik Osmanlılıktan kalma bir eser..

Daha Birinci Murad'ın vasıl olduğu Tuna'daki hakimiyet-i nehriyemizin son izi..

Mevkisini görseniz cennete teşbih ederdiniz. Tuna'nın verdiği feyz ve bereketten en ziyade müstefid olan bir mevki şüphesiz ki bu Osmanlı adacığıdır. Ada pek büyük değildir, çevresini yarım saatte değilse kırk dakikada bol bol dolaşabilirsiniz. Ahalisi yedi sekiz yüzü buluyor. Evleri tahta perde içinde saklı olduğu için tarz-ı mimarileri hakkında malumat veremeyeceğim. Fakat sokaklarının genişliği bir metre ile iki metre arasında tahallüf eder. Ahalisi fakir addolunabilir. Mamafih hepsi çalışkandır. Ada içinde umuma ait olmak üzere iki bina bulunur ki birisi büyük ve müzeyyen hükümet konağı, diğeri de taştan binasıyla, güzel bir minber ve yekpare bir halısıyla adada birinci derecede ziynetli bulunan cami-i şeriftir. Caminin içinde mektep olmak üzere ayrılmış hususi odalarda iki muhterem sima küçükleri yetiştirmekle meşgul, her ikisine de gösterdikleri gayretten dolayı tekrar tekrar teşekkür borçluyum.

Hükûmet konağının arkasında kâfi miktar arazisi varken ve defaat ile Viyana Sefareti vasıtasıyla müracaat-ı resmiyede bulunulmuşken dört hükûmetin nokta-i iltisakında bulunan bu mevki-yi mühime bir hükûmet dairesi yaptırılmıyor. Viyana Sefareti dedim de hatırıma geldi: Adanın vaziyet-i hukukiye ve idaresi pek gariptir. Adanın müdürü bittabi diğer nahiye müdürlerinden farklı bir maaş alır. Müdürün bir kaymakam yahut mutasarrıf veya valiye tabi' olmayıp Viyana Sefaretine merbutiyeti ve bahusus bazen de bu defa olduğu gibi sâbık bir şehbenderin tayin edilmiş olması hükûmetin buraya layık olduğu ehemmiyetle baktığını zannettirirse de heyhat!.. Karşısında Orşova. Macaristan'ın en kıyısı olduğu halde asfalt kaldırımlarla, muazzam ve latif binalarıyla nazara çarparken, öbür tarafta Sırbistan'ın, Bulgaristan'ın, Romanya'nın muntazam kasabaları bulunurken, adanın bir metre genişliğindeki sokakları, tahta perde içindeki evleri, bir kulübeden daha küçük hükûmet konağı, bir müdür ile bir muallimden ve dört jandarmadan mürekkeb memurin kadrosu hakikati hemen gösteriveriyor. Hatta hükûmet-i sâbıka buraya asker göndermek zahmetinden kendisini kurtarmak için Avusturya'dan 45 neferle bir zabit gelmesine bile müsade etmiştir. Daha garip olmak üzere şunu da söyleyeyim ki adada daire-i askeriye bahçesinde senede üç dört gün Avusturya sancağı rekz olunur bir bandıra direği de vardır.

Bunun kadar teessüf vesilesi olacak bir şey daha varsa o da adanın dört tarafındaki askeri kumandanlık dairesinin hatta asker ikamethanesinin bizim hükûmet dairesinden pek büyük olmalarıdır. Adanın dört tarafındaki askeri karakol dairelerine karşın bu üç mevki-i resmiye karşı
-tekrar edeyim- bizim bir tek hükûmet dairemizle bir de camimiz var. Onların kırk altı askerine karşı bizim altı memurumuz bulunuyor. Yeni tayin olunan hâkim bile el-an gelmemiştir.

(Adakale'de müdüriyet dairesi ve heyet-i idare ile bazı muteberan)

Buranın bir de belediye meclisi vardır ki rastgelen dükkânda ve ekseriya bir kahvede in'ikad eder. Belediyenin senevi varidatı ancak on iki bin kuruştur. Bu para ile bir belediye dairesi yapılması mümkün olmadığı gibi bir belediye tabibi de bulundurulamıyor. Hatta Orşova'dan zaman zaman birkaç gün için bir doktor bile getirilemiyor. Ancak bir ibtidaî muallimi tayin edilebilmiş. Şayan-ı teşekkürdür. Çünkü her şeyden evvel muallime olan ihtiyaç takdir olunuyor demektir.

Su, adayı o kadar yiyor ki (i'tikâl) bir tarafının arzı hemen otuz, otuz beş metreye inmiş. Adanın etrafına rıhtım gibi bir şeyler yapmak na-kabil. Çünkü belediyede para yok. Birkaç seneye kadar adanın ikiye bölüneceğinden korkuluyor. Her sabah Tuna yükseldi mi diye defalarca sahile koşan bu zavallı halk hükûmetten bir miktar para istemeği akıl edemiyorlar. İ'tikâle karşı birkaç söğüt ağacı dikmek çaresi varsa da ne onu bulabiliyorlar ne de bulsalar esaslı bir mani' olabilecek.

Adanın ahalisi üç sanatla iştigal eder: Şekercilik, kayıkçılık, kaçakçılık. Burada bir gümrük memuru tayin etmek külfetinden kurtulmak için hükûmet ahaliyi diğer vergilerden olduğu gibi bu gümrük vergisinden de  affetmiştir. Onun için ahali Macaristan'da pahalı bulunan şekeri adalarına getirerek muahharen Orşova'ya nakledip külli bir kâr ile satarlar. Bu yüzden zengin olanları çoksa da fakirlere bu sanat kapalıdır. Bunu zenginler bir inhisar tahtına vaz' etmişlerdir. Kayıkçılık da başlıca vesait-i maişetten biridir. Şu kadar ki son zamanlarda getirilen bir Avusturya motoru bu ticareti de ehemmiyetsiz bırakmıştır. Tebaamızın şikayatı mesmu' olmakla beraber şiddetini el-an muhafaza etmektedir.

Burada reji tütünü de yoktur. Ahali kendileri tütün imal ederler. Bir fabrika vardır ki tütün imaline yetişemez. Ma'mulât teneke ve mukavva kutular içinde dört tarafa naklolunur. Tuna üzerinde işleyen vapurlarda tekmil kahveciler Adakaleli olduğu için bu tütünlerin gerek naklinde, gerek vapurlar derununda  bey'inde büyük bir âmil vazifesini görürler.

Adaya gelmezden evvel beş yüz elli senelik hakimiyet-i nehriye-yi Osmaniye'nin son parçasına koşmak, oradan Osmanlı puluyla etrafa mektuplar, kartpostallar yağdırmak istiyordum. Heyhat! Bu da boşa çıktı. Çünkü bir posta memuru tayin etmek adanın memurin bordrosuna zam vuku'nu icab ediyor.

Ada ziyaretçileri bu Osmanlı toprağına koşarak Osmanlılığın yirminci asırdaki medeniyetini görmek, Osmanlı parasını almak, Osmanlı puluyla etrafa mektuplar göndermek istiyorlar. Fakat hepsi de benim gibi hüsran-ı emele uğruyor. Burada Osmanlı parasını bereket olarak saklarlar. Bu parayı bilenler, nezdinde bulunduranlar diğerlerine naz ile gösterirler. Pulun bir tanesi bile bulunmaz. Mektuplar Orşova'ya, Macar postahanesine gönderilir. Hele ecnebilerin bizim medeniyetimizi görmek için buraya gelip sonra onu bütün memalikimize kıyas eylemeleri o kadar girandır ki..


Üsküp'te kalıplanmış fesim yollarda berbat olmuştu. Zannediyordum ki adada kalıpçı bulabileceğim. Yanılmadım, kalıpçı vardı, vardı ama kalıbı bir. O da benim işime yaramadı.

Müdür Refet Bey çalışkandır. Bir hükûmet dairesi, bir hapishane, bir posta merkezi yapmak istiyor. Fakat bizim o daracık bütçemizin te'kidleriyle beyhude araştırıp duruyor. Avusturya'nın 46 askeri için yapılmış hapishaneye karşı bizim bir mahkememiz, bir hâkimimiz bile yok ki sekiz yüz Osmanlı islamı için bir hapishane yapılsın. (İhtimal ki oradaki müslümanların seviye-i irfanları hapishane inşasına lüzum göstermemiştir.) Eskiden bir hâkim varmış, hükûmet dairesinde yer olmadığından nerede oturduğunu bilmiyorum. Fakat bildiğim bir şey vardır ki o da adi bir zelle-i lisaniye üzerine birinin idamına hükmetmiştir. Vakıa edilen şikayet üzerine hükûmet onu kaldırmış fakat yerine tayin edilen de el-an meydanda yok. Şer'i ve hukuki işlerden bir kısmını bu hâkim görecek. Fakat umur-ı hukukiye-i saire ile umur-ı cezaiye meclis-i idariye ait. Adada kavanin-i Osmaniye de cari değildir. Mesela ceza kanununun üç sene hapsine karar verdiği bir fiil için üç gün hapis kâfi görülür. Sonra yer olmadığı için mücrimin hapsi de pek müşkül olur da ikinci ve üçüncü günleri affolunuverir.

Müdür bey tahrir-i emlâke başladığını, tahrir-i nüfus yapmak istediğini söylüyordu. Fakat adalılar itiraz ediyorlarmış: Emlâkımızı tahrir etmeyin, vergi mi alacaksınız? Nüfusumuzu bilmeyin, askere mi alacaksınız? diyorlarmış. Çünkü bura ahalisi bütün vergilerden muaftır.

Dört jandarmamızın elbisesi Avusturya askeri elbisesi yanında o kadar fena ki sormayın. Ne ise bu sene hükûmet edilen ricalara karşı bir kışlık bir de yazlık elbise gönderebilmiş. Lakin bunların ne tüfenkleri ne de kasaturaları yoktur. Müdür bey bu dört kişinin yerine bir komiserle iki polisin gönderilmesini sefaret vasıtasıyla hükûmetimizden rica etmiş. Verilen cevap ise şu: Yüz altmış beş kuruş maaşları olan bu dört ihtiyar jandarma İstanbul'a isteniyor. Orada jandarma mektebinde okutulup ikmal tahsillerinden sonra adaya iade edileceklermiş. Halbuki Avusturya askeri büyük bir intizam gösteriyor. Muntazam kumandanlık dairesi, mükemmel asker ikamethanesi, güzelce karakollar yapılmış, temiz ve muntazam geziyorlar. Mamafih müdür ile beraber biz birkaç kişi gidiyorken nefer hiç beklemedi. Yüksek sesle bir "pardon"u müteakip safımızı yardı geçti. Hükûmetimiz arzu ettiği vakit çıkarmak üzere Avusturya askerini getirdiği vakit kaleyi onlara vermiş. Yıkılan bazı mevkileriyle bu kale bahçesini bugün asker kâmilen zapt etmiş bulunuyor. Buranın istifadesi kendilerine aittir. Hatta daha garibi bu kısm-i arazide vuku' bulan hadisat-ı hukukiye ve cezaiyeyi de kendileri halletmek isterler. Mesela bir hayvan buraya girse kıyametleri koparırlar. Müdüriyet hayvanların girememesi için nihayet buradan yola kadar duvar çektirmek mecburiyetinde kalmıştır. Bu mevkiden bir kısmını efraz ederek umumi bir park yapmışlar, adada hiç Avusturyalı olmadığı ve tekmil ahali İslam bulunduğu halde bahçede bulunan (Aviso) serlevhalı bir ilanda Türkçe bir kelime bile bulunmaz. Ezcümle sâbık kumandan askeri ikâmethanenin bahçesinde çiçekler ve Fransız hurufi ile Adakale yazdırmış. Yanına da ay ile yıldız yaptırmıştır ki müdür bey bilhassa bunu bize göstererek memnuniyetini bildiriyordu. Asker her üç ayda bir tebdil olunur. Müdüriyet bundan da beyan-ı memnuniyet eylemektedir.

Adada imparatorun hususi günlerinde ve diğer bir iki günde Avusturya bayrağı temevvüc etmesine de her nedense ötedenberi alışılmış, itiraz edilmiyor. Buna mukabil bizimkiler de bir şey düşünmüşler: Her cuma hükûmet dairesine çektikleri Osmanlı sancağından başka bir tanesini de minarede bulunduruyorlar. Güzel bir mukabele değil mi?

Ey Tuna üzerinde mütemevvic ve bulunduğun mevki-i dünya kadar mukaddes ve ulvî Osmanlı sancağı! Seni bir daha tebcil ederim.

(Üsküp Sultanisi Muallimlerinden 
Mustafa Muhsin, 1912)

8 Şubat 2016 Pazartesi

Aziziye Karakolu


Eski İstanbul fotoğraflarına baktığımızda Galata Köprüsü'nün Karaköy tarafındaki başında iki katlı güzel bir bina görürüz. Bu bina, Sultan Abdülaziz zamanında yaptırıldığından Aziziye Karakolhanesi ismi tesmiye olunmuş ve köprünün asayişinden sorumlu tutulmuştur. 


Aziziye Karakolhanesi 1894 yılında meydana gelen depremde hasar görmüş olup Raimondo D'Aronco tarafından tamir edilmiştir. 


Sonraki yıllarda bu gösterişli ve zarif bina yıktırılmış, yerine Seyrü Sefain İdaresi binası yapılmıştır.


Reşat Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopesi'nde Aziziye Karakolhanesi'ni şöyle anlatmıştır:

"Abdülaziz devrinde gürültülü Galata hayatında, vurucu kırıcı kabadayıların, Galata yankesici ve hırsızlarının, şüpheli eşhasın sık sık uğradıkları bir yer idi. Karaköy köprüsü başında, bu satırların yazıldığı sırada Vagon-Li'nin bulunduğu eski Denizyolları (Seyrü Sefain) binası yerinde idi."





1 Şubat 2016 Pazartesi

Bekir Ağa Bölüğü'nde Neler Gördüm? -1-

Hayatında mahşeri görmek isteyenler 31 Mart irtica hadisesini müteakip Bekir Ağa Bölüğü'nü görmeliydiler. Hareket Ordusu İstanbul'a girerek her tarafı hükmü tahtına almış, günlerden beri İstanbul'u kana bulayan, münevver ve mütefekkirleri evlere sığınmaya mecbur eden irtica bastırılmış, taraf taraf divan-ı harpler kurulmuş, mürteciler tevkif edilip Bekir Ağa Bölüğü'ne gönderilmeye başlamıştı. Bekir Ağa Bölüğü o vakit mahşerden bir numune idi. Adi yobazlardan zamanın ricaline kadar üç bin kişi Bekir Ağa Bölüğü'nde istilaya uğramış bir memleketin muhacirleri gibi bütün koğuşları, koridorları, izbe katları doldurmuştu. Büyüğe küçüğe, rütbeye mevkiye bakılmıyor; getirilen içeri atılıyordu. O vakit Hareket Ordusu irticayı bir an evvel bastırarak vaziyete hakim olmak için üç divan-ı harp teşkil etmiş, bilahere başkumandan Enver Paşa, o vakit Enver Bey, merkez kumandanı olmuştu. Divan-ı harpler geceli gündüzlü ictima ediyor, İstanbul'un dört köşesine dağılan mürteciler taraf taraf tevkif edilerek Bekir Ağa Bölüğü'ne getiriliyorlardı. Bunların içinde Hamid'in kurenası, nâzırları, hafiyeleri, elebaşı yobazlar, adi mürteciler ve irticaya alet olan binlerce insan vardı. Ben o vakit Bekir Ağa Bölüğü'ne muhafız-ı kanun tayin edilmiştim. Yanıma birkaç tane nefer verilmiş, Bekir Ağa Bölüğü'nün muhafazası bize tevdi edilmişti. Mahpuslarla ben temas ediyor, onları ziyarete gelenleri ben idare ediyor, geceleri idama gidecekleri ben götürüyordum. Hayatımızın mühim bir kısmı memleketin siyasi hayatında mühim roller oynamış bu siyasi mücrimler arasında geçti. Onların bodrum katında nasıl dövüldüklerini, senelerce memleketi idare edenlerden bazı rezillerin idam sehpası önünde nasıl bu millete ettikleri zulmün hesabını verdiklerini, divan-ı harpte nasıl muhakeme edildiklerini gördüm. Otuz senelik bir mazinin hesabı hep gözlerimin önünde verildi. Orada gördüklerimi kârilerime naklederken şimdiye kadar efkâr-ı umumiyeye meçhul kalmış birçok sırları ifşa etmeye çalışacağım. Bu sırları bilenler birkaç kişidir. Onlar şimdiye kadar bildiklerini efkâr-ı umumiyeye bildirmemişlerdir. Halbuki Türk'ün siyasi tarihinde Bekir Ağa Bölüğü mühim bir mevki işgal edecektir.


Burada cereyan eden vakayi' bilhassa yeni yetişen nesil için ibret sahneleriyle doludur. Tarihe vesika vermek hem inkılap ruhiyle yetişen yeni nesle, mazinin siyasi hayatındaki çirkin ve iğrenç faciaları teşhir ederek onlarda demokrasi fikir ve zihniyetinin kuvvet bulmasına yardım etmek itibariyle Bekir Ağa Bölüğü'nde gördüklerimin bilinmesi faydadan hali olmayacaktır.

Bu küçük mukaddimeden sonra hikayemize başlayabiliriz. Bekir Ağa Bölüğü namıyla maruf olan yer  sâbık Harbiye Nezareti'nin sağ tarafında kırmızı boyalı bir binadır. Bu bina iki kattan ibarettir. Alt katı, Haliç'e doğru evkaf bir bahçeye nâzırdır. Fakat yalnız bir tarafından aydınlık alır. İç taraflarında karanlık, ratıb, loş ve penceresiz koğuşlar vardır. Bu koğuşlarda evvelce merkez kumandanlığı emrine merbut efrad oturuyordu. Binanın üst katı oldukça havadar ve ziyadar geniş koğuşlardan mürekkeptir. Bu katta merkez kumandanlığı dairesiyle kumandanlığa merbut zabitan daireleri ve zabitan yatakhaneleri bulunurdu.

İşte bu bina 31 Mart irtica hadisesinin bastırılmasını müteakip tevkifhane ittihaz edilmiş ve o günden itibaren bu bina Türkiye'nin siyasi hayatında maruf bir mahal olmuştur. O zamandan itibaren Bekir Ağa Bölüğü her türlü siyasi cürümlere bir ma'kes olmuştur. 31 Mart vakasında mürteciler, Hamid devrinin paşaları ve yobazlar  burada tevkif edildiği gibi, Mahmut Şevket Paşa vakasında âmil olanlar da buraya tıkılmışlardı. Sonra tarih döndü dolaştı, mütareke esnasında İttihatçılar da burasını ziyaret ettiler. Bu suretle Bekir Ağa Bölüğü her devrin en mühim siyasi ricallerini duvarları arasında gizleyen bir mahpus oldu. Ben buraya getirildiğim zaman irtica henüz bastırılmış, Hareket Ordusu mürtecileri tevkife başlamıştı. Bütün koğuşlar dolduktan maada camii bile mevkuflarla dolmuştu. Sabahtan akşama kadar yüzlerce mevkuf getiriliyor, içeri atılıyordu. Tevkif edilenler arasında Hamid'in kurenasından Cevher Ağa, Nadir Ağa, Kabasakal Mehmed Paşa, Derviş Vahdeti, Miralay Ramazan Bey, Bahriye Nâzırı Hüseyin Hüsnü Paşa'nın oğulları Cemal ve Kemal Efendiler, Miralay Mustafa Sadık, Bediüzzaman Said-i Kürdi, merkez kumandan sâbıkı Saadettin Paşa, Serasker Ali Rıza Paşa vesaire vardı. Koğuşlarda rütbeye, mevkiye bakılmıyordu. Yüz kişi alan bir koğuşa iki yüz kişi koyuyorduk. Yatak getirenler kendi yataklarında, getirmeyenler yerlerde yatıyordu. Koridorlar bile hınca hınç dolmuştu. Yalnız Kabasakal Mehmed Paşa ile Said-i Kürdi bir odada, Cevher Ağa ile Derviş Vahdeti ayrı odalarda bulunuyorlardı.


Bu tevkifat altı ay devam etti. Tevkif edilenlerden altmış iki kişi idam edildi. Divan-ı harpler her gün toplanıyor, müteaddid idam hükümleri veriyorlardı. Bir taraftan da divan-ı harplere merbut tahkik heyetleri tetkikata devam ediyor, her gün yeni  tevkifat yapıyorlardı.

İşte tam bu gürültülü, bu tehlikeli zamanda Bekir Ağa Bölüğü'nün muhafazasına memur olan Necati Bey beni çağırdı.
- Hasan, dedi, maiyetine lazım olduğu kadar nefer veriyorum. Bekir Ağa Bölüğü'ndeki mevkufların hayatlarından sen mesulsün. Kaçırırsan evvela sen asılırsın. Vazifeni  hüsn-i ifa edersen mükafat görürüsün. Maiyetindeki efrad yetişmezse sana istediğin kadar adam veririm.

Bu emri verirken Necati Bey o kadar sert ve soğuktu ki, karşısında titrememek mümkün değildi. Bekir Ağa Bölüğü'ne geldiğim gün henüz tevkifat bitmemişti. Tevkifhanenin içerisi görülecek bir manzara idi. İnsanlar mahşere gittikleri zaman dünyada yaptıklarının hesabını verecektirler. Bu mahşere toplanan insanlar da bize yirmi beş seneden fazla süren saltanat ve debdebe devrinin hesabını vermeğe gelmişlerdi. Senelerce bizi soyup, paramızla debdebe ve haşmet içinde yaşamağa alışmış paşalar, burada bile yüksekten atıyor, iğfal ederek irticaya teşvik ettikleri isimsiz kimselerin yanında oturup yatmağa tahammül edemiyor, onları hapishanede bile hizmetçi gibi kullanmağa çalışıyorlardı. Bunlar ya köşede oturup sigara kahve içerek ismetlerini tahfife yelteniyor, yahut da asabi asabi koridorlarda dolaşıyorlardı. Koğuşlardan birbirine gidip gelme yasak değildi. Mevkuflar kendi aralarında serbestçe konuşabilirlerdi. Onun için muhtelif koğuşlara dağılmış olan aynı cins insanlar birbirlerini bularak ayrı gruplar teşkil ediyorlardı. 

O vaktin irtica cereyanına kapılarak tevkif edilen isimsizler arasında kendilerini bu yeni hayata çabuk ısındıranlar çoktu. Bunlar yemeklerini kendileri pişiriyor, kendi yataklarını kendileri yapıyor, bazen de koğuştaki zenginlerin işlerini görerek birkaç para koparmanın yolunu buluyorlardı. Fakat Bekir Ağa Bölüğü'nün içinde derin, karanlık, korkunç bir matem havası vardı. Kimse yarının ne olacağını bilmiyor, ani ve seri ölüm herkesi korkutuyordu. Onun için, birisini aramak üzere içeri girdiğimiz zaman hemen her tarafta ses kesilir, Azrail gelmiş gibi herkes pür-halecan ağzımızdan çıkacak ismi anlamağa çalışırdı. Bizim içeride insan aramamız hiç de hayır için değildi. Gündüzse bir mevkufu divan-ı harbe götürmek, gece ise idam etmek için arıyoruz demekti. Fakat bazen içeride o kadar çok gürültü oluyordu ki, aradığımız adamı bulmak için tellal çağırır gibi bağırmağa ve saatlerce koğuşlar içinde dolaşmağa mecbur olurduk.


14 Şubat 2012 Salı

Bulgarların Idam Ettigi Haydutlar (!)

Yanlış okumadınız, evet kaynakta idam edilen haydutlar diye bahsi geçen iki kişi 1912 yılında Balkan Savaşları sırasında Bulgarlara esir düşen iki Müslüman Türk..


İlk fotoğrafta, esir düşen iki Türk'ün ellerinin arkadan bağlanmış olduğunu görüyoruz.


Bu fotoğrafta ise esir Türklerden birisinin idam öncesi abdest aldığı görülüyor.


Esirlerden birinin abdest aldıktan sonra 'son namaz'ına durduğunu görüyoruz.


Ve son fotoğraf.. İki esir Türk, Bulgar askerlerinin meraklı bakışları karşısında idam ediliyor.


( Fotoğraflar: gallica.bnf.fr )