Eski İstanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eski İstanbul etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Ağustos 2022 Cumartesi

MEŞHUR KABADAYI SARRAF NİYAZİ BEY

 


KABADAYI deyince, bugün, aklımıza adi külhanbeyleri geliyor. Halbuki geçen yüzyılda İstanbul'un namlı kabadayıları tam anlamıyla dürüst, tam anlamıyla yiğit insanlardı. Bu yazımızda bahsedeceğimiz Sarraf Niyazi, efendiliğiyle tanınan İstanbul kabadayılarının tipik bir örneğidir.

Sarraf Niyazi, 1.90 boyunda, güleryüzlü bir insandı. Ama küçük bir haksızlıkla karşılaşınca kaşlarını çattı mı herkes kaçacak delik arar, haksızlık edenler ondan yediği tokatla kendilerini yerde bulurdu. Giyinişini görenler onu bir yerde memur zannederlerdi. Yaptıklarıyla asla övünmez, hatta bahis açılsa hemen kapatırdı. Bu sebeple maceralı geçen hayatının bilinmesi, kendisini tanıyanların anlatabildiklerinden öteye gidememiştir.

Ceddi, yıllarca Mora'da Tepedelenli Ali Paşa'nın kır serdarlığını yapmış kimselerdi. Dağlarda, ovalarda at oynatarak eşkıyaya aman vermeyenlerin çocuğu olan Sarraf Niyazi, 1862 yılında Mora'nın Yenişehir kasabasında dünyaya geldi. 1868'de Istanbul'a hicret eden aile, Aksaray'a yerleşti. İlk ve orta tahsilinden sonra kaydolduğu Tıbbiye Mektebi'nden, İsmail Paşa'nın bir sözü ile ayrıldı. Paşa, doktorluğun onun gibi bir işe sebat etmeyen, serbest davranışlı kimsenin harcı olamayacağını söylemişti. Bunun üzerine bir işe bağlanmasını arzulayan babası Mahmud Bey, ona Aksaray'da sarraf dükkânı açtı. Elinin açık oluşu ve hesapsız verdiği borçların tahsil edilemeyişinden, kısa zamanda iflas etti, ama bu yüzden ölünceye kadar «Sarraf» lâkabıyle anılageldi. Demet halindeki alacak senetlerini, kızının oğlu Celâl Karpat Bey, bir hâtıra olarak saklamaktadır.


Haksızlığa tahammül edemeyen Sarraf Niyazi, bundan sonra, Istanbul'un namlı efendi kabadayılarından biri oldu. Geliri ile geçinirdi. Uğrak yeri Aksaray'da «On İkiler» diye anılan kabadayıların toplandığı Emin Ağa'nın kahvehanesi idi.

Asla kavgacı değildi. Mecbur kalmadıkça silaha sarılmaz, sahte kabadayıların üçünü, beşini müthiş tokadı ile hizaya getirirdi. Kabadayı geleneğine göre, bu gibi olaylar şahsi addedilip, polis işe karıştırılmazdı. Zira neticesi ifade alıp vermekten öteye gitmeyeceği bilindiğinden Sarraf Niyazi gibi kabadayılar, meseleyi ahlâksızlara revâ gördükleri meydan dayağı ile hallederlerdi. Muhitinin namusunu üzerine almış olan kabadayıların buna benzer müdahalelerine zamanın polisi de göz yumardı.

Bıçak ve tabanca çekmekte isim yapmıştı. Emin Ağa'nın kahvehanesinde otururken; çakısı ile sivrilttiği şimşir çubukları, geceleri gittiği salaş tiyatroların tahtalarına, uzaktan fırlatarak saplamasındaki melekesine hayran kalan üstad Ahmed Rasim «Böyle maharetin varken silâh taşımanı yersiz buluyorum» demişti. Son zamanlarında dahi torununun fırlattığı taşları, serî tabanca çekişiyle havada parçalardı.
Emin Ağa'nın kahvehanesi, Aksaray Murad Paşa Camii'nin avlusuna bakardı. Burası İstanbul'un namlı kabadayıları «On İkiler» in mekânıydı. Emin Ağa, kahvehanesinin asma katında yatar, kalkardı. Tâbi denen iki çıraktan başka, bir de ocakçı çalışırdı. Tâbiler değişse bile ocakçıya pek dokunulmazdı. Çünkü müdavimlerin nasıl kahve veya çay içtiğini bilmesi gerekirdi.

Pehlivanlarla tavla, domina, prafa ve horoz dövüşlerinin devamlı müşterisi olduğu bu kahvehanenin, içini ve önünü dolayan peykelerin altında cins horozlar muhafaza edilirdi.

Emin Ağa'nın dört gözlü çekmecesinin beher gözünde Osmanlı, İngiliz, Fransız altınları ile bozuk paralar bulunurdu. İhtiyacı olan müdavim: «Emin Ağa, iki Osmanlı ver» der ve senetsiz aldığı borcunu, faizsiz öderdi. İçilen çay veya kahvenin bedeli peşin alınmaz:

«Arif Bey'e üç yaz, Mehmed Ağa'ya iki yaz» denerek, duvardaki kara tahtada yazılı adının hizasına tebeşirle çizilir; borçlu da aklına gelince: «Şu bizim hesaba bak» diyerek hesabını kapatırdı. O gün gelmeyen olursa, bizzat Emin Ağa tarafından evinden aranırdı. Hasta ise «Destur» diyerek içeri girer, doktor çağırıp, ilacını temin ederdi. Kısa bir müddet için şehir dışına gidecek olanlar «Bizim eve göz kulak ol» derlerdi.
Kahvehanenin müdavimleri, Emin Ağa'nın akrabası «Dede» namındaki zatın getirdiği peynirli pide ile kahvaltı ederdi. Öğlende ise, Arnavutlar'ın tablada sattıkları ciğer kebabı, piyaz yenirdi. Herkes önündeki küçük hasır iskemleyi ters çevirir, tepsiyi üzerine koyardı. Müşteriler gidinceye kadar açık kalan kahvehanede, Ramazanlarda sahura kadar tavla, dama, domina ve prafa oynanırdı. Kumar yoktu. Ancak duvardaki raflara dizili Yafa portakallarına bahis konurdu.

(Sarraf Niyazi Bey'e Zaptiye Nezaretince verilen takdirname)



Kaynak: İhsan Birinci, Hayat Tarih Mecmuası, Aralık 1968 Sayı: 11








Kara Kemal’in Suret-i Takibine ve Derdestine Dair Rapor

Suikast hadisesine karışmış olan Abdülkadir ile Kara Kemal’in derdestleri hakkındaki emr ve tebliğ, Sarı Efe Edip ve İzmit Mebusu Şükrü Bey’in tevkiflerinden sonra geldiği için meselede alakadâr olduklarının anlaşılmasından mütehassıl hissiyatla firara muvaffak olan bu iki şahıstan Kara Kemal’in hassaten İstanbul’da menfaat didelerinin çokluğu hasebiyle mazhar-ı muavenet ve himaye olması ve harice firarının teshil edilmesi ihtimaline mebni en ziyade itimat ettiği erkân-ı ittihat ve iaşenin istiklal mahkeme-i celilesince verilen salahiyete istinaden tevkiflerine ve ikinci derecedeki adamlarının da taht-ı tarassuda alınmasına lüzum görülmüş ve icabı icra kılınmıştı.

Yapılan bu tedbirler neticesinde harice firar keyfiyeti akamete uğramış ve en ziyade itimat ettiği iaşecilerden Küçükpazar maliye tahakkuk müdürü Enver ve milli kantariye şirketi ardiye memuru Niyazi’ye ilticaya ve nihayet atide arz ve izah olunacağı vechile yakayı ele vermeğe mecbur bırakılmıştır.

Zabıtanın şiddetli takibatı ve mükafat-ı nakdiye verileceğinin ilanı sırasında İstanbul ithalat gümrüğü dört numaralı ambar memuru Mazhar Efendi, akrabasından ve Kara Kemal’in pek emin ve fedakâr adamlarından bâlâda ismi mezkur Niyazi ile mülakatında Kara Kemal'in kaçırılması mevzubahis ve münakaşa edilmiş olduğu ve Mazhar Efendi ambar memuru olmak hasebiyle sıfat-ı memuriyetinden bil-istifade Kara Kemal'i eşya-yı zatiye gibi bir sandığa koyarak veyahut gümrük memuru kıyafetine sokarak ecnebi vapurlarından birine nakleylemenin mümkün olacağını Niyazi'ye ifham eylediğini ve Niyazi'nin de bu iki suretten hangisini tercih edeceğini düşünüp bilahare söyleyeceğini ve ona göre iktiza-yı hâle tevessül edilmenin muvaffak olacağını dermeyanla ayrıldıklarını arkadaşlarından ve polis-i taharri memurlarından Şükrü Efendi delaletiyle polis müdüriyetine ihbar etmek üzere müracaatında, tesadüf eylediği Rasim, Hulusi, Ziya, Said Bey'lerin talebiyle cereyan-ı hali bunlara bildirdikten sonra memurin muma-ileyhin tertib ettikleri plan dairesinde müracaat teklifini kabulden bir müddet sonra telefonla vuku' bulan davet üzerine Rasim ve Hulusi Bey'ler Galata'da Bahriye Kıraathanesine gittiklerinde Mazhar Efendi kendisinin Niyazi tarafından takip edilmekte olduğunu hisseylediğinden bu vaziyet karşısında artık Niyazi'ye gidemeyeceğini beyan ve yalnız Niyazi'nin hanesi de dahil olmak üzere adreslerini i'ta eylediği beş hanenin taharrisi lüzumundan bahsederek ortadan çekilmiş ve polis müdürü Ekrem Bey, Ankara'dan avdeti hasebiyle işi bizzat deruhte ederek gayur maiyet-i erkânından Rasim, Ziya, Hulusi, Said Bey’lerin iştirak-ı mesaisiyle Kara Kemal’in tahakkuk müdürü Enver’in hanesinde olduğunu tespit ve derdest-i muvaffakiyetini temin eylemiştir.

Temmuzun 24-25. Pazar gecesi ahzedilen tertibat üzerine saat yirmi dört raddelerinde Mazhar Efendi’nin vermiş olduğu adreslerdeki haneler ve bu meyanda Niyazi’nin hanesi dikkatli bir surette taharri edilmiş ise de müspet bir netice istihsal edilememiştir. Ancak Niyazi esna-yı isticabında Kara Kemal’in ihtifagâhını ve merkum ile mevcut samimi münasebetini külliyen inkâr ve âmir, memur ve maiyeti haricinde kendisiyle istisnai hiçbir münasebeti bulunmadığını beyan etmiş ise de bir taraftan vaki' olan telkinat ve tazyikat-ı müessire ve diğer taraftan hafidi Selanik Bankası memurlarından Mahmud Celaleddin Bey'in taht-ı nezarete alınması ve bu çocuğun büyük pederinin, yani Niyazi'nin Kara Kemal'e ve İttihat ve Terakki'ye karşı pek teveccühkâr ve bütün manasıyla koyu bir ittihatçı olduğunu ve Kara Kemal hakkında evde daima sitayişkârane bir lisan kullandığını ve mamafih Kara Kemal evlerine gelmediği gibi bundan hiçbir malumatı dahi bulunmadığını ifade eylemesi ve Niyazi'nin ise hafidine karşı pek fazla bir muhabbet eylediğinin anlaşılması üzerine derhal doğru söylediği takdirde hafidinin tahliye olunacağı va'dedilmiş ve bu va'd ile beraber aynı zamanda tezyid edilen telkinat ve tazyikat da müsmir bir neticeye müncer olarak 26 Temmuz 1926 Pazartesi günü gözyaşları ve afv u merhamet temennileri arasında ber-vech-i ati itirafa başlamıştır:

- Bana üç gün müsade verdiğiniz takdirde Kara Kemal'in bana karşı olan fevkalade itimadından bil-istifade ya ihtifagâhını veya ihtifagâhını bilen adamı bulurum diye söze başlamış ise de bu şeklin asla kabul edilemeyeceğini ve üzerinde mevcut şüphelerin bütün bütün müspet bir mecraya dahil olduğunu akl-ı selimiyle takdir ve fazla ısrarın beyhudeliğini nefsine karşı teslim eden merkum şu vechile itirafatına devama mecbur olmuştur:

- Maliye tahsil şubelerinden birinde ve zannıma nazaran Balıkpazarı'nda memur olduğunu tahmin ettiğim Enver veya Münir namında, orta boylu, zayıfça, sarışın, kıvrık bıyıklı, gözleri çakır, kırk-kırk beş yaşlarında bir adam bana Kara Kemal'den haber getirdi. Firarı için (efendinin) bir çare bulunmasını benden rica ettiğini beyan ve selamını tebliğ etti. Yeri emin midir? dedim, makam-ı tasdikte gözlerini kapadı. Fakat nerede olduğunu söylemedi, binaenaleyh ben yerini bilmiyorum, o adam bulunacak olursa herhalde Kemal'in bulunduğu yeri bilir.

İtirafat üzerine 27 Temmuz 1926 Salı günü Balıkpazarı, Eminönü, Keresteciler tahsil şubelerinde tahkikat yapılmış ve Küçükpazar maliye şubesi tahakkuk müdürünün isminin Enver olduğu anlaşılarak saat on ikide öğle yemeğine çıktığı bir anda muma-ileyh Enver Efendi refikasının malumatı olmaksızın derhal tevkif ve Ayasofya Merkezi'ne i'zam kılınmıştır. Mahal-i mezkurda üç saat mütemadiyen icra edilen telkinat-ı şedide neticesinde bidayeten inkar eylemesine rağmen saat on beşi yirmi geçe firarinin on beş günden beri Aksaray'da Canbaziye Mahallesinde Tatlıkuyu Sokağında 10 numaralı hanesinin üst katında bahçeye nazır odada bulunduğunu bildirmiş ve hemşiresine hitaben: "Kardeşim Allah'ın kaza ve kaderi neticesi olarak başımıza gelen felaketin sonu gelmiştir. Memur Rasim Bey bu kağıdı sana verince onunla beraber evden çık ve Rıza da evdeyse ona de öyle çocukluk edip de bunlar evimize ne için giriyor diye mukabeleye kalkışmasın ve senin ile beraber evden çıksın, sonra avdet edersiniz. Benim için katiyen merak etmeyin." mealinde yazdığı bir mektubu polis müdüriyeti refakatinde Rasim Bey'e tevdi' eylemiş ve memurin-i kâffe ile mahal-i mezkura gidilip tertibat-ı lazıma ahzından sonra elde mevcut anahtarla haneye girilmiş ve taharriyat esnasında firarinin bulunduğu odaya dahil olunmuş ise de tehi bulunduğu görülmesi üzerine bu hal muvacehesinde pek ziyade mütedehhiş ve mütevehhiş bir hale gelen ve hakiki bir mücrim vaziyetini gösteren Enver'in hemşiresi Vasfiye Hanım sıkıştırılmış ve şayan-ı hayret bir soğukkanlılıkla üç buçuk saat evvel firarinin ihtifagâhından çıkarak bahçe duvarından kaçtığını beyan ve ısrar etmiş ve mezkur odada 27 Temmuz 1926 tarihli bir (Milliyet) gazetesiyle sigara tablası içinde bir sigaranın henüz yanmakta olduğu ve bir çift siyah fotin ile bir siyah ceketin dahi bulunduğu görülmüş olması üzerine firarinin henüz orada olduğuna hiç şüphe kalmayarak taharriyat, hane ve müştemilatıyla civar bahçelere dahi sıkı bir surette icra olundukta iken derinden bir silah sesi istima' edilmiş ve aynı zamanda bahçe duvarına muttasıl tavuk kümesliğinde mevcut üç kümesten birisinin oynadığı ve arkasındaki duvarın içine doğru oyulmuş bir mahallin mevcudiyeti müşahede edilmiş ve hemen oraya şitab edildikte firarinin elinde mevcut rovelverini sağ şakağına endaht etmek suretiyle mecruh ve ifadeye gayr-ı muktedir bir vaziyette bulunduğu görülerek hemen mevcut otomobillerden birine nakledilmiş ve o esnada terk-i hayat etmiştir.


14 Ocak 2018 Pazar

Neşve Mecmuası Ocak 2018

Neşve Mecmuası Ocak sayısıyla karşınızdayız. İlgili bağlantıya tıklayarak 10.sayımıza ulaşabilir, dilerseniz indirebilirsiniz. Keyifli okumalar.
İndirmek için lütfen tıklayınız:

9 Ağustos 2016 Salı

Pazarola Hasan Bey'in Ölümü


Pazarola Hasan Bey'i kim tanımaz.. Hangi esnaf onun ismini işitmemiş, hangi dükkâncı onun hayır duasını almamıştır. Hangi mu'tekid tâcir "uğurdur!" diye onun resmini dükkânına asmamıştır?..

Hasan Bey, İstanbul'umuzun bu pek maruf şahsiyeti dün sabah gözlerini ilelebet kapamıştır. Bundan sonra artık hiçbir kimse onun sokaklardan geçtiğini görmeyecek, hiçbir esnaf artık ondan (Pazarola Esnafbaşı!) diye dua alamayacaktır. Çünkü bir zamanlar kocaman başında iki parmak abani sarıklı fesiyle, arkasında abası, elinde tespihiyle dolaşan Hasan Bey son nefesini çoktan vermiştir.

Dün bu haberi aldığımız zaman bir muharririmizi Hasan Bey'in taht-ı tedavide bulunduğu Gülhane Hastanesi'ne gönderdik. Arkadaşımızı büyük bir nezaketle karşılayan Doktor İhsan Rıfat Bey, Hasan Bey hakkında şu malumatı vermiştir:

Hasan Bey 45 yaşında idi. Babası elyevm 85 yaşında olan Abdullah Efendi'dir. Validesi, pederiyle 40 sene yaşadıktan sonra ölmüştür. Abdullah Efendi bilahare diğer bir hanımla evlendiği için bugün Hasan Bey'in - baba bir - üç erkek kardeşi vardır. Bunların biri eczacı binbaşısı, diğeri memur, üçüncüsü de yüzbaşıdır.

Hasan Bey doğduğu zaman normal bir çocuk imiş. Fakat iki buçuk aylık olunca hastalanmış ve başı tedricen büyümeye başlayarak (hidrosefalik) bir çocuk olmuştur.

Hasan Bey'in ölümünü intac eden hastalık iki sene evvel başlamıştır. Bir gün bir araba çarparak kendisini yere düşürmüş ve Hasan Bey bu yüzden hastalanarak Cerrahpaşa Hastanesi'nde tedavi edilmiştir. Fakat Hasan Bey'in artık eski neşesi ve keyfi kalmamıştır. Nitekim iki ay evvel bu hastalık nüksetmiş ve Hasan Bey göğsünden ızdırap çekmeye, günden güne kendisini kaybetmeye başlamıştır.

24 Mayıs'ta Gülhane'ye geldiği zaman Hasan Bey ifadeye gayr-ı muktedir bir halde bulunuyor ve yürüyemiyordu. Çünkü her iki ayağında da felç vardı. Hasan Bey yatırıldı ve son derece ehemmiyetle tedavi olundu. Hastalığı esnasında çorba, kahve ve sigarayı pek fazla içiyor ve bu üç şey verildikçe keyfi yerine geliyordu. Hatta son iki üç gün zarfında sıhhati çok iyi idi. Bunun için hemen  hemen her gelen ziyaretçi ile temas ettiriliyor, Hasan Bey de onlara: " Sen çok yaşa! İyi olunca seni tekkeye götüreceğim, sana dua edeceğim!" diye teşekkürler ediyordu. Fakat son gece birdenbire fenalaştı ve bu (dün) sabah on buçukta "tüberküloz kaşeksi"den öldü.

Hasan Bey'in cenazesinin ne zaman kaldırılacağı malum değildir. Eğer ailesi müsade ederse otopsi yapılacak ve dimağı açılacaktır. Mamafih bu dimağın 1750 gram kadar suyu ihtiva ettiği tahmin edilmektedir.

Hasan Bey'e rahmet dilerken, ailesiyle onun gaybubetinden müteessir olanlara beyan-ı taziyet eyleriz.


(1926) 

23 Mart 2016 Çarşamba

Körler Dünyayı Nasıl Görürler?

Hayata kalın ve karanlık bir perdenin arkasından bakan zavallıları hiç dinlediniz mi? Ezelden kalın duvarlar içinde hapsedilmiş gibi, ebedi zulmete mahkum bu bedbahtların da kendilerine göre bir görüşleri, bir duyuşları ve bir yaşayışları vardır.

Her akşam evime gelirken Acem  Sefarethanesi köşesinde gazete satan kör müvezziyi görünce dimağımda bu fikirler canlanır ve zavallı kör, kimbilir ne kadar bedbahtsın der geçerdim. Fakat bir sabah sokakların havasını titreten gür bir ses "Havadisçi!" diye sıcak odamda kulağımı tırmaladı. "Şu gazeteciyi çağırınız." dedim. Değneğinin delaletiyle sesin çıktığı tarafa geldi. Bu, Acem Sefarethanesinde gördüğüm kör gazeteciydi. İçeri aldım. Sıcak bir çay verdim. Soğuktan moraran elleri fincanın sıcak temasıyla harekete geldi. Yüzü, makas ve ustura görmemiş metruk ve perişan bir sakalla örtülmüştü. Yerinde rahat duramıyor, altındaki sandalye ona eğreti geliyordu. Çayı bitirip hemen kaçmak istiyordu. Yaşı elliyi geçkindi. Körlüğüne, ihtiyarlığına rağmen dilenmiyor, ekmeğini çalışarak kazanıyordu. Yağmur, kar dinlemiyor; fırtınanın elinden gazeteleri uçuran savleti karşısında o her gün üçle beş arasında Acem Sefarethanesi'nin köşesine gelip "Gazeteci, Havadisçi!" diye bağırarak ekmeğini çıkarmağa çalışıyordu.

- Baba adın ne?

- Hasan.

- Nerelisin?

- Erzurumlu.

- İstanbul'da ne arıyorsun?

Bu sual onu harekete getirdi. Onun da söylenecek bir derdi, deşilecek bir yarası vardı. O da felaket görmüş, ızdırap çekmişti. Efendi, dedi, buraya muhacirlikle geldim. Erzurum'da evimiz barkımız vardı. Hal ü vaktimiz yerinde idi. Ruslar geldiler elimizdekini alıp mahvettiler. Evvela Trabzon'a oradan da İstanbul'a ilticaya mecbur oldum. Ben de bir muhacirim, işte iyi kötü sürünüp gidiyoruz. Trabzon'a gelince bir müddet tütün sattım. Fakat kazancım günden güne azalıyordu. Dilenmeyi hiçbir gün hatırıma getirmedim. Çünkü vaktiyle ailem oldukça zengindi. Hayatta yalnız kalınca bir müddet babamdan miras kalan varidatla geçindim. Fakat param bitince dilencilik etmeği izzet-i nefsime yediremedim.  Paket paket tütün alır, kahve kahve dolaşarak satardım. Yavaş yavaş işim azaldı. Geçinemez oldum. O vakit herkes İstanbul'a geliyordu. Gelen kafilelerden birine takıldım, İstanbul'a geldim. Bir müddet serseri gibi dolaştım. İstanbul'da şaşırdım, bu koca şehirde hayatımı nasıl kazanacak, kendimi nasıl idare edecektim. Tanıdığım kimse de yoktu. Karımın delaletiyle Çınarlıtaş'ta bir yer bulduk.


- Vay sen evli misin?

- Elbette, ben de insanım, benim de ihtiyaçlarım, zevklerim vardır. Evliyim, hem çocuğum da var.

- Peki, karının ve çocuğunun şeklini, rengini, güzelliğini çirkinliğini fark edebiliyor musun? Onları nasıl seviyorsun?

Bu sual onu biraz düşünceye sevk etti. Kimbilir kaç defa bu sualleri o da kendi kendine sormuş ve cevap vermeğe çalışmıştı.

- Beyefendi, dedi. Biz hislerimizle görürüz. Bizim için ses her şeydir. İyiyi kötüyü, güzeli çirkini, ahlâklıyı ahlâksızı biz sesinden anlarız. Ses, bizim için her sırrın kapısını açan bir anahtardır. Bilmem siz kalbin sırlarını nasıl anlarsınız. İnsanlar vardır gönüllerde uçar gibi konuşur, yine insanlar vardır ki yerlerde sürünür gibi söz söylerler. Sesinde gurur ve azamet dalgalanan insanlarla, sesinde şefkat ve merhamet titreyen insanları birbirinden kolaylıkla tefrik edebilirsiniz. Bir güzelle bir çirkinin sesleri arasındaki bariz farka hiç dikkat ettiniz mi? Güzelin sesinde, söyleyişinde, sözünün ahenginde başka bir letafet, başka bir tatlılık vardır. Güzelin kanı sıcaktır. Çirkinin sesi de kendisi gibi çirkindir. İşte biz dünya ile temasımızı bu vasıta ile idame ederiz. Biz kulaklarımızla yaşarız.

Bu felsefeyi bitirdikten sonra Hasan, İstanbul'a geldikten sonraki hayatı hakkındaki izahatına devam etti.

- Ne iş yapabileceğimi anlamak için bir müddet sokak sokak gezdim. Satıcıların seslerine dikkat ediyordum. Ne satıyorlar ve nasıl satıyorlardı? Önümden panorama gibi yüzlerce satıcı geçiyor, kimi sebze, kimi meyve, kimi öteberi satıyordu. Fakat en çok duyulan ses müvezzilerin sesi idi. Onların çığırtkan sadaları sabahtan akşama kadar sokakları dolduruyordu. Kendi kendime bu şehirde en ziyade revaçta olan şeyin gazete olduğuna hükmettim. Sonra tahkik ettim. Verdikleri izahatlar hayatımı kazanabileceğimi gösteriyordu. Tanıdıklardan birisinin delaletiyle bir gazete idarehanesi bana birkaç gazete verdi. Onları ilk sattığım gün, İstanbul'da hayata atıldığım gündü. Günden güne işim iyileşti. Bugün, Allah'a bin şükür, günde bir iki lira kazanıyor, ailemi geçindiriyorum.

- Müvezzilik etmek için sokak sokak dolaşmak, kapıları bellemek lazım. Bu senin için müşkül olmuyor mu?

- Efendim, bu sualinizin cevabı gayet basittir. Biz sokakları taşlarına, satıhlarına göre sınıflara ayırırız. Mesela türbeden saparım, evvela asfalt düz bir zemin vardır. İlk kaldırım .......... sokağıdır, ikinci sokak .......... sokağıdır. Sokağa sapınca kapı ......... Bey'in, ikinci falan bey'in evidir. Yani hayalimde sokakların bir haritası vardır. Her köşeye işaretler koymuşumdur. Her evin kapısını önündeki taşların şeklinden veya kapının tarzından anlarım. Mesela burası ......... Bey'in evidir değil mi? Karşınızda oturan falan bey'e her sabah (Vatan) gazetesini bırakırım. Yalnız fena insanların elinde oyuncak olduğumuz zaman bizim için en azaplı anımızdır. Bazıları aczimizden istifade ederek bizi aldatmağa kalkarlar. Filvaki biz paraları kağıdının cinsinden anlarız. Madeni parayı tefrik daha kolaydır. Kağıt parayı da tefrik hususunda o kadar müşkülata uğramıyoruz fakat ne de olsa hissimizde aldanabiliriz.

Hasan birdenbire durdu. "Beyefendi, siz de bana neler söyletiyorsunuz. Bizim aczimizle, mahrumiyetimizle ve felaketimizle sizi de müteessir etmekte ne mana var ki!" dedi.

Hayatından memnun ve müteşekkir olan bu bedbaht ihtiyar çayı bitirmişti. Benden müsade istedi. Çünkü sokakta müşterileri bekliyordu. Bastonunun delaletiyle dışarı çıktı.

- Havadisçi.. Gazeteci.. diye bağırarak sokakların meçhul ve karanlık ağuşuna atıldı.


8 Şubat 2016 Pazartesi

Aziziye Karakolu


Eski İstanbul fotoğraflarına baktığımızda Galata Köprüsü'nün Karaköy tarafındaki başında iki katlı güzel bir bina görürüz. Bu bina, Sultan Abdülaziz zamanında yaptırıldığından Aziziye Karakolhanesi ismi tesmiye olunmuş ve köprünün asayişinden sorumlu tutulmuştur. 


Aziziye Karakolhanesi 1894 yılında meydana gelen depremde hasar görmüş olup Raimondo D'Aronco tarafından tamir edilmiştir. 


Sonraki yıllarda bu gösterişli ve zarif bina yıktırılmış, yerine Seyrü Sefain İdaresi binası yapılmıştır.


Reşat Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopesi'nde Aziziye Karakolhanesi'ni şöyle anlatmıştır:

"Abdülaziz devrinde gürültülü Galata hayatında, vurucu kırıcı kabadayıların, Galata yankesici ve hırsızlarının, şüpheli eşhasın sık sık uğradıkları bir yer idi. Karaköy köprüsü başında, bu satırların yazıldığı sırada Vagon-Li'nin bulunduğu eski Denizyolları (Seyrü Sefain) binası yerinde idi."





1 Şubat 2016 Pazartesi

Bekir Ağa Bölüğü'nde Neler Gördüm? -1-

Hayatında mahşeri görmek isteyenler 31 Mart irtica hadisesini müteakip Bekir Ağa Bölüğü'nü görmeliydiler. Hareket Ordusu İstanbul'a girerek her tarafı hükmü tahtına almış, günlerden beri İstanbul'u kana bulayan, münevver ve mütefekkirleri evlere sığınmaya mecbur eden irtica bastırılmış, taraf taraf divan-ı harpler kurulmuş, mürteciler tevkif edilip Bekir Ağa Bölüğü'ne gönderilmeye başlamıştı. Bekir Ağa Bölüğü o vakit mahşerden bir numune idi. Adi yobazlardan zamanın ricaline kadar üç bin kişi Bekir Ağa Bölüğü'nde istilaya uğramış bir memleketin muhacirleri gibi bütün koğuşları, koridorları, izbe katları doldurmuştu. Büyüğe küçüğe, rütbeye mevkiye bakılmıyor; getirilen içeri atılıyordu. O vakit Hareket Ordusu irticayı bir an evvel bastırarak vaziyete hakim olmak için üç divan-ı harp teşkil etmiş, bilahere başkumandan Enver Paşa, o vakit Enver Bey, merkez kumandanı olmuştu. Divan-ı harpler geceli gündüzlü ictima ediyor, İstanbul'un dört köşesine dağılan mürteciler taraf taraf tevkif edilerek Bekir Ağa Bölüğü'ne getiriliyorlardı. Bunların içinde Hamid'in kurenası, nâzırları, hafiyeleri, elebaşı yobazlar, adi mürteciler ve irticaya alet olan binlerce insan vardı. Ben o vakit Bekir Ağa Bölüğü'ne muhafız-ı kanun tayin edilmiştim. Yanıma birkaç tane nefer verilmiş, Bekir Ağa Bölüğü'nün muhafazası bize tevdi edilmişti. Mahpuslarla ben temas ediyor, onları ziyarete gelenleri ben idare ediyor, geceleri idama gidecekleri ben götürüyordum. Hayatımızın mühim bir kısmı memleketin siyasi hayatında mühim roller oynamış bu siyasi mücrimler arasında geçti. Onların bodrum katında nasıl dövüldüklerini, senelerce memleketi idare edenlerden bazı rezillerin idam sehpası önünde nasıl bu millete ettikleri zulmün hesabını verdiklerini, divan-ı harpte nasıl muhakeme edildiklerini gördüm. Otuz senelik bir mazinin hesabı hep gözlerimin önünde verildi. Orada gördüklerimi kârilerime naklederken şimdiye kadar efkâr-ı umumiyeye meçhul kalmış birçok sırları ifşa etmeye çalışacağım. Bu sırları bilenler birkaç kişidir. Onlar şimdiye kadar bildiklerini efkâr-ı umumiyeye bildirmemişlerdir. Halbuki Türk'ün siyasi tarihinde Bekir Ağa Bölüğü mühim bir mevki işgal edecektir.


Burada cereyan eden vakayi' bilhassa yeni yetişen nesil için ibret sahneleriyle doludur. Tarihe vesika vermek hem inkılap ruhiyle yetişen yeni nesle, mazinin siyasi hayatındaki çirkin ve iğrenç faciaları teşhir ederek onlarda demokrasi fikir ve zihniyetinin kuvvet bulmasına yardım etmek itibariyle Bekir Ağa Bölüğü'nde gördüklerimin bilinmesi faydadan hali olmayacaktır.

Bu küçük mukaddimeden sonra hikayemize başlayabiliriz. Bekir Ağa Bölüğü namıyla maruf olan yer  sâbık Harbiye Nezareti'nin sağ tarafında kırmızı boyalı bir binadır. Bu bina iki kattan ibarettir. Alt katı, Haliç'e doğru evkaf bir bahçeye nâzırdır. Fakat yalnız bir tarafından aydınlık alır. İç taraflarında karanlık, ratıb, loş ve penceresiz koğuşlar vardır. Bu koğuşlarda evvelce merkez kumandanlığı emrine merbut efrad oturuyordu. Binanın üst katı oldukça havadar ve ziyadar geniş koğuşlardan mürekkeptir. Bu katta merkez kumandanlığı dairesiyle kumandanlığa merbut zabitan daireleri ve zabitan yatakhaneleri bulunurdu.

İşte bu bina 31 Mart irtica hadisesinin bastırılmasını müteakip tevkifhane ittihaz edilmiş ve o günden itibaren bu bina Türkiye'nin siyasi hayatında maruf bir mahal olmuştur. O zamandan itibaren Bekir Ağa Bölüğü her türlü siyasi cürümlere bir ma'kes olmuştur. 31 Mart vakasında mürteciler, Hamid devrinin paşaları ve yobazlar  burada tevkif edildiği gibi, Mahmut Şevket Paşa vakasında âmil olanlar da buraya tıkılmışlardı. Sonra tarih döndü dolaştı, mütareke esnasında İttihatçılar da burasını ziyaret ettiler. Bu suretle Bekir Ağa Bölüğü her devrin en mühim siyasi ricallerini duvarları arasında gizleyen bir mahpus oldu. Ben buraya getirildiğim zaman irtica henüz bastırılmış, Hareket Ordusu mürtecileri tevkife başlamıştı. Bütün koğuşlar dolduktan maada camii bile mevkuflarla dolmuştu. Sabahtan akşama kadar yüzlerce mevkuf getiriliyor, içeri atılıyordu. Tevkif edilenler arasında Hamid'in kurenasından Cevher Ağa, Nadir Ağa, Kabasakal Mehmed Paşa, Derviş Vahdeti, Miralay Ramazan Bey, Bahriye Nâzırı Hüseyin Hüsnü Paşa'nın oğulları Cemal ve Kemal Efendiler, Miralay Mustafa Sadık, Bediüzzaman Said-i Kürdi, merkez kumandan sâbıkı Saadettin Paşa, Serasker Ali Rıza Paşa vesaire vardı. Koğuşlarda rütbeye, mevkiye bakılmıyordu. Yüz kişi alan bir koğuşa iki yüz kişi koyuyorduk. Yatak getirenler kendi yataklarında, getirmeyenler yerlerde yatıyordu. Koridorlar bile hınca hınç dolmuştu. Yalnız Kabasakal Mehmed Paşa ile Said-i Kürdi bir odada, Cevher Ağa ile Derviş Vahdeti ayrı odalarda bulunuyorlardı.


Bu tevkifat altı ay devam etti. Tevkif edilenlerden altmış iki kişi idam edildi. Divan-ı harpler her gün toplanıyor, müteaddid idam hükümleri veriyorlardı. Bir taraftan da divan-ı harplere merbut tahkik heyetleri tetkikata devam ediyor, her gün yeni  tevkifat yapıyorlardı.

İşte tam bu gürültülü, bu tehlikeli zamanda Bekir Ağa Bölüğü'nün muhafazasına memur olan Necati Bey beni çağırdı.
- Hasan, dedi, maiyetine lazım olduğu kadar nefer veriyorum. Bekir Ağa Bölüğü'ndeki mevkufların hayatlarından sen mesulsün. Kaçırırsan evvela sen asılırsın. Vazifeni  hüsn-i ifa edersen mükafat görürüsün. Maiyetindeki efrad yetişmezse sana istediğin kadar adam veririm.

Bu emri verirken Necati Bey o kadar sert ve soğuktu ki, karşısında titrememek mümkün değildi. Bekir Ağa Bölüğü'ne geldiğim gün henüz tevkifat bitmemişti. Tevkifhanenin içerisi görülecek bir manzara idi. İnsanlar mahşere gittikleri zaman dünyada yaptıklarının hesabını verecektirler. Bu mahşere toplanan insanlar da bize yirmi beş seneden fazla süren saltanat ve debdebe devrinin hesabını vermeğe gelmişlerdi. Senelerce bizi soyup, paramızla debdebe ve haşmet içinde yaşamağa alışmış paşalar, burada bile yüksekten atıyor, iğfal ederek irticaya teşvik ettikleri isimsiz kimselerin yanında oturup yatmağa tahammül edemiyor, onları hapishanede bile hizmetçi gibi kullanmağa çalışıyorlardı. Bunlar ya köşede oturup sigara kahve içerek ismetlerini tahfife yelteniyor, yahut da asabi asabi koridorlarda dolaşıyorlardı. Koğuşlardan birbirine gidip gelme yasak değildi. Mevkuflar kendi aralarında serbestçe konuşabilirlerdi. Onun için muhtelif koğuşlara dağılmış olan aynı cins insanlar birbirlerini bularak ayrı gruplar teşkil ediyorlardı. 

O vaktin irtica cereyanına kapılarak tevkif edilen isimsizler arasında kendilerini bu yeni hayata çabuk ısındıranlar çoktu. Bunlar yemeklerini kendileri pişiriyor, kendi yataklarını kendileri yapıyor, bazen de koğuştaki zenginlerin işlerini görerek birkaç para koparmanın yolunu buluyorlardı. Fakat Bekir Ağa Bölüğü'nün içinde derin, karanlık, korkunç bir matem havası vardı. Kimse yarının ne olacağını bilmiyor, ani ve seri ölüm herkesi korkutuyordu. Onun için, birisini aramak üzere içeri girdiğimiz zaman hemen her tarafta ses kesilir, Azrail gelmiş gibi herkes pür-halecan ağzımızdan çıkacak ismi anlamağa çalışırdı. Bizim içeride insan aramamız hiç de hayır için değildi. Gündüzse bir mevkufu divan-ı harbe götürmek, gece ise idam etmek için arıyoruz demekti. Fakat bazen içeride o kadar çok gürültü oluyordu ki, aradığımız adamı bulmak için tellal çağırır gibi bağırmağa ve saatlerce koğuşlar içinde dolaşmağa mecbur olurduk.


12 Mart 2012 Pazartesi

Istanbul’un En Meshurlarından: Pazarola Hasan Bey



En aziz saydığım dostlarımı bile bazen senelerce görmesem, yine görmek aklıma bile gelmezken nedense geçen hafta, şimdiye kadar ancak bir iki kere merhabasını almış olduğum Pazarola Hasan Bey’i dehşetli göresim gelmişti. Lakin mübarek ortada yoktu, kaç ay vardı ki onu ne Beyazıt Meydanı’nda dalgın ve lakayt bir feylesof salınışıyla geçerken, ne sahaflardaki esnafı öğle namazına davet ederken, ne çarşıdaki dükkâncılara iltifatlar yağdırırken gördüğüm yoktu. Meraka düşmüştüm, acaba diyordum, Hasan Bey ne oldu? Bir yere mi gitti, Hafazanallah hastalandı mı, yoksa Allah geçinden versin öldü mü? Sonra yine bunların hiç birine ihtimal veremiyor, eğer böyle olsa diyordum, muhakkak gazeteler yazardı. Hasan Bey değil yalnız İstanbul’da, bütün Türkiye’de tanınmış en meşhur simalardan idi ki eğer bir yere gitseydi gazeteler muhakkak “gelenler, gidenler” sütununa onun da ismini eklerlerdi. Hasta olsaydı, kendisini günde kaç kişinin ziyaret ettiğini ve hangi mütehassıs doktorlar onun tedavisine çalıştığını, hatta raporlarını neşrederlerdi ve eğer ölmüş olsaydı bu kara haberi birinci sayfalarına, hem de kocaman otuz altı punto harflerle ve bir “ziya-yı azim” sernamesiyle koyarlardı. Hatta diyebilirim ki, eğer böyle bir şey olsaydı belki onun namına Beyazıt Meydanı’na bir heykel dikmeye, Unkapanı’ndaki küçük pazar caddesinin ismini “Pazarola Hasan Bey Caddesi” olarak değiştirmeye kalkanlar bile bulunurdu. Çünkü Hasan Bey öyle bizim gibi az buz bir adam değildir. Körler memleketinde şaşılar hükümdar olduğu gibi Hasan Bey de bu memlekette bir çok meşhur simalardan daha ziyade maruf ve muteberdi. İnanmazsanız Mahmut Paşa’nın alt başından tutun ve kalpakçılar yoluyla Beyazıt’tan geçerek Şehzadebaşı’ndan, Vefa’dan Unkapanı’na kadar şöyle bir cevelan yapın ve yolda rastgeldiğinize, bütün esnafa ve yedi yaşından yetmiş yaşına kadar kadın erkek, çoluk çocuk herkese sorun, Hasan Bey’i gayet iyi tanırlar. Fakat yine bunlardan birine faraza memleketin ediplerinden ve şairlerinden Celal Sahir’i, Hüseyin Siret’i, Faik Ali’yi, Hüseyin Sadi’yi, Florinalı Nazım’ı, Ali Ekrem’i, hatta Abdülhak Hamit’i sorun, tanımazlar ve bilmece çözer gibi “bu sorduklarınız canlı mı cansız mı, yenir mi yenmez mi?” diye onlar da size sorarlar. İşte ben saydığım bu zevat-ı kiramdan daha ziyade meşhur olan Pazarola Hasan Bey’i geçen hafta göreceğim gelince hemen Beyazıt’taki Sahaflar’a koştum ve orada Ali Baba isminde bir ihtiyardan sordum. Adamcağız oldukça melul bir çehre ile:

- Evlat dedi, onu çoktandır benim de gördüğüm yok. Hatta bundan dolayı pek üzgünüm. Çünkü Hasan Bey’i kaç zamandır görmeyeli alım-satımlarımıza bir durgunluk, kazançlarımıza kesat geldi. Zannedersem kış dolayısıyla evinden dışarıya çıkmıyormuş. Niyetim, bu cuma kendisini evinde ziyaret etmektir.


 Ali Baba’dan Hasan Bey’in adresini aldım, doğruca Unkapanı civarındaki Atlamataşı’na gittim. Orada ilk rastgelen bir adama sordum:

- Birader, afedersiniz, Pazarola Hasan Bey’in evi nerede?

Vay efendim sen misin soran?.. Derhal bu sözü duyan etrafta ne kadar bakkal, kasap, kahveci, manav, turşucu, seyyar satıcı, kadın, çoluk çocuk varsa hepsi birden:

Gelin gösterelim diye etrafımı sardılar ve hacı götürür gibi izzet ve ikramla beni bir sokağın içinde nalburun üstündeki eskice bir eve götürdüler. Kapıyı ihtiyar bir kadın açtı, ne istediğimi sordu, Hasan Bey’i görmeye geldim deyince beni içeriye aldı. İki tarafında boş gaz tenekeleri istif edilmiş ufak bir avludan geçtikten sonra orta katta bir odaya girdik. Burası Hasan Bey’in kendi odası imiş. Kadın, biraz oturun, kendisi bahçededir çağıralım dedi ve beş dakika sonra yanında beyaz sakallı ve sarıklı babasıyla, beş yaşında bir çocuk olduğu halde Hasan Bey gülerek içeriye girdi:

- Kimdir o bakayım beni arayan?

- Afedersiniz Hasan Bey, ben arıyorum!

Hasan Bey kulakları bende ve gözleri başka tarafta olduğu halde yanıma sokuldu ve sordu:

- Beni niçin arıyorsun?

- Göreceğim geldi de arıyorum.

- Öyleyse sefa geldin, hoş geldin!

- Sefa bulduk, hoş bulduk!

Arkasındaki çiçekli hırkayı toplayarak mindere oturdu. Sonra babasını takdim etti:

- Babamı tanır mısın? Bu benim babam.

- Oh.. Teşrif ettin efendim..

- Demin aşağıda gördüğün kadın da annem..

- Allah seni anana babana bağışlasın!

- Bu çocuk da bizim akrabadan.. Senin de annen baban var mı?

- Annem var.

- Baban yok mu?

- Yok.

- (Kendi babasını göstererek) Bu senin baban olsun mu?

- Olsun..

- Öyleyse kalk öp elini..

Naçar kalkıp Hasan Bey’in babasının elini öptük. Bu sefer o sordu:

- Evlat, bizim Hasan’ın arkadaşlarındansınız galiba!..

- Evet efendim..

- Kendisini sever misiniz?

- Diğer arkadaşlarımdan fazla severim.


- Efendim, Hasan’ın başından geçen o bir sene evvelki araba kazası dolayısıyla biraz kendisine durgunluk geldi, onun için şimdi sık sık sokağa çıkmıyor, mamafih ziyaretçileri eksik olmuyor, her gün bir çok ziyaretçi gelip ellerini Hasan’ın ellerine sürüyor ve o günkü kârlarının açık olması için onun duasını alıp gidiyorlar. O zaman ben de hemen elimi Hasan Bey’in eline sürerek:

- Öyleyse bana da dua et de bugün kârım açık olsun..

Gülerek dua etti:

- Peki.. Sana da pazarola yazıcıbaşı! Sizin dükkânınız nerede?

- Bâb-ı  Âli caddesinde..

Bu esnada Hasan Bey kalktı ve benden müsaade istedi:

- Gazetecibaşı artık bana müsaade.. Ben tekkeye gideceğim..

- Hangi tekkeye?

- Küçük Mustafa Paşa’daki Karasarıklı’ya..

- Sen hangi tarikattensin?

- Rufaiyim.. Haydi Allahaısmarladık..

- Güle güle Hasan Bey!

Hasan Bey odadan çıkarken babası içini çekti ve bana biraz daha oturmamı işaret ederek dedi ki:

- Allah bağışlasın Hasan’ım kırk-kırk beş yaşlarında vardır fakat bak henüz yirmi beş yaşında bir delikanlıdan farkı yok. Allah onu aramızdan eksik etmesin. Ben artık ihtiyarladım, çalışamıyorum lakin Hasan’ımın biraz geliri var. Onunla geçiniyoruz. Bu gördüğün hatun da onun üvey anasıdır, asıl anası daha Hasan iki aylıkken vefat etti. Sonra on sene kadar bekar yaşadım, bu kadınla evlendim. Bu Hasan’ın dayısının haremiydi. Dayısı o zaman ince hastalıktan ölmüştü. Adamcağız sözünü tamamlayamadan Hasan Bey kapıdan başını uzatarak sordu:

- Baba sen ne zaman öleceksin? Artık senin vaktin gelmiştir, ölsene!

- Benim ölmemden sana ne fayda var ki?

- Öl de sana cuma geceleri Yasin okuyayım! Senin ruhun için lokma dökeyim, helva pişireyim!

Ben de dedim ki:

- Aman Hasan Bey, sen lokma dökmek, helva pişirmek için babanın ölmesini bekleme! Sevap işlemek istiyorsan bizimkiler için oku, onlar için lokma dök, helva pişir. Zira kaç sene var ki geçinme derdiyle biz ölüyü de unuttuk diriyi de! Hem bunlardan vazgeçmedik, kandillerde bir su bile sebil ettiremiyoruz!

- Peki öyleyse ben sizin için hepsini yaparım. İsterseniz siz de ölün, mezarınıza gelip kandil yakayım!..

- Hacet yok Hasan Bey, teşekkür ederim, çünkü sağ olsun şehremaneti bundan böyle mezarlarda kandil, mum yerine lüküs yakacakmış.

- Öyleyse şehremanetine de benden selam söyle.. Hazır eli değmişken bizim caddeyi de yaptırsın, kendisine beş vakit dua edeyim!

Hasan Bey elini göğsüne koyup dervişane bir selamla çıktı ve arkasından ben de odadakilere veda ederek matbaanın yolunu tuttum..

(Osman Cemal, Resimli Ay, 1925)

[Günümüz Türkçesine çeviren: beyzade25]

1 Şubat 2012 Çarşamba

Hayırsız Ada'ya Sürgün Edilen Köpekler


İstanbul’un Çarpa-i Menfileri (İstanbul’un Dört Ayaklı Sürgünleri) Hayırsız Ada’da
Ta uzaktan bize doğru hafif bir ‘hav hav’ sesi aksetmeye başladı. Bindiğimiz gemi, Hayırsız Ada’ya doğru yaklaştıkça elimizdeki dürbün ile, Hayırsız Ada’nın yüksek kayaları, çıplak tepeleri üzerine dikkatle bakıyorduk. Mahallelerimizden, sokaklarımızdan toplatılan şuraya sürgün edilen köpekleri merakla arıyorduk. Hepimiz hem merakta ve hem gayr-ı ihtiyarî gülmekte idik.

Hayırsız Ada’yı ziyarete gittiğimiz gün havanın sıcak ve rüzgârın gayet hafif olması hasebiyle râkib olduğumuz sefine yelkeninden ziyâde, Sarayburnu’ndan Marmara açıklarına doğru daima mevcut olan akıntıdan müstefid oluyor, adaya aheste aheste takrib eyliyor idi.
Biraz sonra adanın doğu sahili kâmilen meydana çıktı, orada döküntü taşlardan müteşekkil ufak bir limancık var idi. İşte burası Hayırsız’ın iskelesiydi. İskele, etrafı oradaki çakıllık, alt taraftaki kayaların üzeri kâmilen her renkte köpeklerle, mahlukatla dolu idi. Koşuşuyorlar, nim-banyo (yarım banyo) edip hükümferma olan hararetin (hüküm süren sıcaklığın) tesirini tadile çalışıyorlar, bazıları kayaların gölge çukurlarına çekilmiş hab-ı istirahatte! Üçü, beşi baş başa gelmiş önlerine atılan yiyeceği paylaşıyor. Fakat asıl gülünç manzara kuyu başında! Kuyunun üzerine pek mübtediyâne (acemice) surette bir makara asmışlar, gaz tenekesi ile iki adam su çekiyor. Ah şu gaz tenekesi! Memleketimizde ne büyük bir rol ifâ eder! Gâh dam olur, gâh duvar! Bazen çatı üzerinde ocaklık eder, evlerde kova, kazan vazifesini görür. İşte memur-i kellâb efendinin (köpeklerden sorumlu kişi) himmet-i terakkiperveranesiyle Hayırsız Ada’da dahi gaz tenekeleri hayırlı bir iş görüyor!! Köpeklere su çekiyor. Acaba şuraya adî bir tulumba taksalar idi, kenara uzun yalaklar koysalar idi pek külfet mi edilmiş olurdu? Şehremaneti meclis-i umumîsinin Hayırsız Ada’daki köpekleri böyle gaz tenekesiyle sulamasında dahi belki bir bildiği vardır diyelim de biz çarpa-i menfilerin (dört ayaklı sürgünlerin) ziyareti hikâyesine devam edelim.


Sefinemizin sandalına bindik, fotoğraf makinemizle iskeleye yaklaştık. Sandalımızı gören köpeklerin havlamaları arttı. Her gelen gemiden yeni yeni arkadaşlar çıktığına alışmış olduklarından mıdır bilmem, bizi evvela beşûşâne (güleryüzle), sonra mahzûnâne istikbâl eylediler. Yanımdaki arkadaşım dedi ki:
- Lakin şu tarafa bak, kayaların en yüksek tepelerinde sıralanmış olan köpeklerin hepsinin nazarları İstanbul’a matuf! Onlar tenezzül eyleyip bize iltifat eylemiyorlar.
Vakıa yüksek taşların üzerinde kara, boz, sarı, iri, ufak, zayıf, şişman bir çok köpek kafalarını dikmişler, durmaksızın bakıyorlar, vaziyetlerini değiştirmiyorlar! Tuhaflığı son arkadaşım ilave eyledi :
- Mutlaka bunların İstanbul’da sevgilileri kalmış olacak?


Sandalımız iskeleye yanaştığı zaman kuyu başında büyük bir şamata koptu. Vakıa gaz tenekesi kuyudan çıkmış, köpekler suya hücum eylemişler idi. Suyu çekenler sopalarıyla hücuma mukabele ederek kendilerini muhafaza ediyorlar idi. Biz ise hem gülüyor, hem de şiddet-i hararetle ortalığı istilâ etmiş olan köpek kokusundan burnumuzu tutuyor, etrafımızı saran sineklerden çırpınıyorduk.
İşte bu haller içinde muhtelif resimler çıkardık. Adanın güney sahilini de dolaştık. Orada da köpeklerin meraklı güruhu, yahut o sabah gelen yenileri cezireyi devr ü teftiş (adayı dolaşıp keşfetme) ile meşgul idiler. Taştan taşa dolaşıyorlar, mağaraları, kovukları muayene eyliyorlar, tepelere çıkıp iniyorlardı.


Sıcak ziyâde olmasa idi şu cezire cevelanına biz de iştirak edecektik ama şiddet-i hararete, kokuya, hele sineklere dayanmak kabil değildi. Muhtelif mahallerden gelmiş ve belki ulumalarıyla bir çok defa gece uykumuzu kaçırmış olan kilâb-ı Kostantiniyye’ye (İstanbul köpeklerine) bir selam-ı veda ederek sandalımıza döndük. İçlerinden bir tanesi arkamızdan suya atılmış, bizi takip eyliyor idi. Denizde biraz yüzdükten sonra mahzûnâne bir nazar daha atfeyledi, döndü, arkadaşlarının yanına gitti. O esnada çuvallardan çıkarılan ekmekleri dağıtıyorlardı, adada kopan yeni bir gürültü içinde sahilden tebaüd eyledik (uzaklaştık).
(Servet-i Fünûn, 1326)  

[Günümüz Türkçesine çeviren: beyzade25]

Not: 1910 yılında İstanbul'da bulunan köpeklerin büyük bir kısmı Şehremaneti tarafından toplanarak gemilerle Hayırsız Ada'ya (Sivri Ada) götürüldü. Başlarda yiyecek ve içecekleri temin edildi edilmesine ama sonrasında adaya uğrayan olmayınca köpekler birbirini yedi. Günlerce köpeklerin uluması duyuldu. Kısa bir süre sonra İstanbul'da deprem, yangın vs. felaketler baş gösterince köpeklere yapılanlardan olduğu sanılarak adada sağ kalan köpekler tekrar İstanbul'a getirildi.


31 Ocak 2012 Salı

Bundan Yüz Sene Evvel Istanbul’daki Hayat Ne Derece Ucuzdu?


Zaro Ağa diyor ki :
1240 (miladî 1824) senelerinde günde kazandığım yüz para ile yedi candan ibaret olan ailemi bol bol geçindiriyor, hastalık sağlık parası olarak da ayda on kuruş artırabiliyordum..
Eski zamanlardaki hayat ucuzluğunu hiç düşündünüz mü? Dedelerimizin ayda bir iki yüz kuruşla ne kadar müreffeh bir hayat geçirdiklerini hiç tahayyül ettiniz mi? Bugün bütün dünyadaki hayat pahalılığı karşısında eski zamanların ucuzluğunu göz önüne getirmemek mümkün değildir. Bunun için Zaro Ağa ile oldukça etraflı bir mülakat yaptık. Elde ettiğimiz netice insana hayret verecek kadar gariptir. Kârilerimize verdiğimiz rakamlar sahih ve mübalağasızdır.
Zaro Ağa
Zaro Ağa Ne Diyor?..
Bugün eldeki nüfus kağıdına nazaran 148 yaşında bulunan Zaro Ağa hakikaten bir tarih gibi dolu ve hafızası gayet sağlam, yerinde bir ihtiyardır. Zaro Ağa’nın bu haline bakıp da şaşmamak kabil değil.
Zaro Ağa’ya ilk sualimiz:
- Eskiden daha mı iyi geçinirdin? Mesela yüz sene evvel ayda kaç kuruş kazanırdın ağa, oldu.
- Efendim eski zaman hakikaten ucuzdu. Fakat o zaman da insan para etmiyordu. Bir adamın kıymeti ne idi ki? Saraylı oğlu, padişah torunu, şeyhülislâmzâde filan olmadın mı insanı adamdan saymazlardı. Şimdi Allah’a bin şükür kendimizin ne olduğumuzu tanıdık, bildik. Yoksa ne Tophane’de hamallık edip bir sürü efendinin küfesini doldurmak için hâlâ canım çıkacaktı.
Zaro Ağa bundan sonra mazideki hayat ucuzluğunu izah etmeğe başladı:
- Beğim, ben 1240 (miladî 1824) senelerinde günde yüz para kazanır, hem kendimi geçindirir, hem de evdeki yedi canın boğazını çıkarırdım. Üstelik, hastalık-sağlık parası olsun diye ayda on kuruş da bir kenara atardım.
- Peki, yüz para ile ne alır, nasıl geçinirdin?
- Efendim Salıpazarı'nda otururdum. Bir evin iki odasını ayda yedi buçuk kuruşa kiralamıştım. İçinde kuyusu, tatlı suyu da vardı. Meyveyi, öteyi beriyi de bahçesinden çıkarırdık. Günde on para işte bu evin kirasına gidiyordu. Geriye doksan para kalıyordu. Evin masrafını bazen günden güne bazen de haftadan haftaya alırdım. İstediğim sabah sütçü on paraya bir güğüm süt getirirdi. Sütü kaynatır, çoluk çocuk başına toplanır, birer ikişer kâse içerdik. Sabahleyin saat-i alaturka dokuzda onda sokağa çıkar, kasaptan mesela bir kuruş verir bir okka, elli dirhem et kestirirdim. On para verir akşamdan sabaha kalan ve bayat sayılan(!) üç okka ekmek alırdım. On paraya da ya üç okka patates, yahut iki okka tâze fasulye ile bir demet soğan alır eve götürür bırakırdım. İşte o günün öğle ve akşam yemeği mükemmelen çıkmıştı. Yine cebimde ev kirası, yemek parası, ekmek, kömür, su çıktıktan sonra yüzlükten cebimde de yirmi para kalırdı. Beş parasını da kahvede bir fincan kahveye verir, yine on beş param kalırdı. Bunun ayda sekiz on kuruşunu artırır, üst tarafına da iki üç kuruşluk öte beri alırdım. Halbuki, yemek her vakit bu kadar külfetli ve ağır masraflı olmazdı. O zaman sebze para ile değil gibi bir şeydi. Mesela beş paralık pırasa, üç dört okka tutardı. Beş paraya da zeytinyağı aldın mı? Bir tencere zeytinyağlı pırasa olurdu ve çoluk çocuk başına geçtin mi koca tencereyi bitirirdik. İşte o gün masraf hepsi içinde otuz paraya inerdi. Birkaç günde artan beş on  kuruşla da çoluk çocuğa üst baş alırdım.
(Resimli Hafta, 1925)

[Günümüz Türkçesine çeviren: beyzade25]
Not: Türkiye'nin en uzun yaşayan insanı olan Zaro Ağa bir rivayete göre 157 yıl, başka bir rivayete göre de 160 yıl yaşamıştır. 10 Osmanlı padişahı, 1 cumhurbaşkanı, 6 savaş görmüştür. Hamallık yapan Zaro Ağa, Selimiye Kışlası, Ortaköy ve Tophane camiilerinin inşaatında çalışmıştır