Sultan Abdülhamid etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sultan Abdülhamid etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Mayıs 2018 Çarşamba

Bekir Ağa Bölüğü'nde Neler Gördüm? - 3 -


Kabasakal Asıldıktan Sonra Bekir Ağa Bölüğü’ne Getirilmiş, İstibdad Erkânını Müthiş Bir Korku Almıştı. Onlara Ayrı Bir Koğuş Verilmişti.


- Benim ne kabahatim var ki bana bu zulmü reva görüyorsunuz. Yok irade-i padişahî böyle ise diyeceğim yok… diye kekeledi.
O bunu söyler söylemez koğuşta bir gülüşmedir başladı. Ölüm yanı başındayken bile hâlâ padişahı sayıklıyor, hâlâ irade-i padişahîden bahsediyordu. Sultan Hamid tevkif edilmiş, Selanik’e sevk edilmişti. Bu hâlâ padişahından imdat bekliyordu.
Üzerinden resmî üniformalı elbiselerini çıkardık, başından gömleği geçirdik. Kendisine son bir diyeceği olup olmadığını sorduk.
- Vasiyetnamemi yazınız, dedi.
Derhal bir kâğıt kalem getirdik. O söyledi biz yazdık. Sonra imamın önünde tövbe ve istiğfar etti.
Nihayet bütün bu merasim bittikten sonra paşayı sehpanın bulunduğu meydana götürdük. Paşa sandalyeye çıktı, boynuna ip geçirildi. Bu ana kadar beyne’n-nevm ve’l-yakaza bir haldeydi. Hissini, iradesini, düşünce kabiliyetini kaybetmişti. Ancak ip boynuna geçtikten sonra uykudan uyanır gibi başını kaldırdı, etrafına bir göz gezdirdi ve:
- Durunuz, dedi.
 Herkes durdu. Paşa bir şey mi söyleyecekti? Hayır, maksadı iki dakika kazanmaktı. Yine daldı, kendisini kaybetti. Ağzından birtakım sözler dökülüyordu. Fakat bunu kendisi bile işitmiyordu.
Onunla beraber o gece beş kişi daha idam ediliyordu. Diğerleri asıldıkları halde bunun sandalyesine hâlâ ayak vurulmamıştı. İdama nezaret eden Nezir Efendi paşanın hâlâ asılmadığını görünce bağırdı:
- Ne duruyorsunuz, sandalyeyi çeksenize! Kıpti sandalyeye bir tekme vurdu. Sehpa sarsıldı. İp gerildi. Paşanın ruhsuz vücudu asıldı. İstibdadın ilk heykeli yıkılmış oluyordu.
Bekir Ağa Bölüğü’nü ziyaret edip idam sehpasından kurtulanlar da az değildi. Bunlar içinde istibdad devrinin birçok ricali vardı.
İlk günlerde idi. Bir gün akşamüstü büyük kapının önünde bir araba durdu, kendi kendime “yeni misafirler geliyor” dedim. Kapıya koştum. Bir de karşımda Eski Merkez Kumandanı Sadettin Paşa’yı görmeyeyim mi? Uzun müddet onun maiyetinde çalışmış olduğum için beni görür görmez tanıdı. Evvelce yalnız amirâne bir selam vermekle iktifa eden Sadettin Paşa bu defa adeta teklifsiz bir eda ile:
- Vay evlat, sen burada mısın? diye iltifat etmek istedi. Uzun müddet maiyetinde çalışmış bir adama teslim olmak memnuniyetini mucip olmuştu. Kendisini aldım. Bekir Ağa Bölüğü Muhafızı Necati Bey’in odasına götürdüm. Necati Bey ona yanındaki koltukta yer gösterdi. Kendisi de karşısına geçip oturdu. Birkaç dakika sonra beni çağırdı:
- Hasan, dedi. Yeni gelecek misafirlerimiz var. Camiinin sağ tarafındaki küçük odayı temizlet.
Dikkat ettim, bir vakit yaver-i hazret-i şehriyari olmakla müftehir Sadettin Paşa, evvelce selam vermeye tenezzül etmediği Necati Bey’in karşısında kan ter döküyordu. İnkılap her şeyi alt üst etmiş, dünkü amirleri bugünün memurları karşısında hesap vermeye mecbur etmişti. Birkaç dakika sonra oda hazırdı. Sadettin Paşa odaya girince şaşırdı. Çünkü asker burasını süpürürken müthiş toz kaldırmıştı. Bu tozlar henüz yatışmamış, odanın havasını teneffüs edilmeyecek hâle getirmişti. Etrafına bakındı. Sonra bana döndü:
- Hasan, dedi. Ben burada mı yatacağım?
- Ne yapalım paşam, dedim. Şimdilik elimizde boş olarak bu oda var.
O hâlâ vaziyeti anlamamıştı.
- Burada oturacak bir sandalye bile yok. Hiç olmazsa konaktan bir yatak getirseler, dedi.
Necati Bey’e gittim. Sadettin Paşa’nın arzusunu anlattım. Müsaade etti. Bir gardiyanla beraber gittik, şimdi Evkâf Müdüriyeti tarafından işgal edilen Çemberlitaş’taki konaktan bir yatak getirdik. Yatağını yaptırdım. Mümkün olduğu kadar istirahatını temine çalıştım. Fakat Sadettin Paşa’yı telaş ve endişe almıştı. Oturacak bir sandalye arayan bu sâbık yaver-i hazret-i şehriyari, şimdi yatağına bile ilişmiyor, sinirli sinirli odada dolaşıyordu. Ben yatağın yapılmasına nezaret ederken sordu:
- Hasan, bizim hakkımızda ne yapacaklarını öğrendin mi?


Ben bu suale nasıl cevap verebilirdim? Fakat öğrenip kendisine haber vereceğimi söyledim. Maksadım Necati Bey’den yapılacak muameleyi öğrenmekti. Bu sırada kapıda ikinci bir araba durdu. İçinden Yemen Valisi Ratıp Paşa çıktı. Necati Bey’in emri üzerine onu da Sadettin Paşa’nın yanına aldım. Vakit hayli geçmişti. Ratıp Paşa için ayrı yatak getirtmek mümkün değildi. O gece iki paşa aynı yatakta koyun koyuna yattılar.
Ertesi gün araba araba bütün saray erkânı Bekir Ağa Bölüğü’ne taşındı. Yeni gelen misafirler arasında Başkâtip Kara Tahsin, Üfürükçü Ebulhüda, İbrikdar Kâmil Ağa, Basurcu Âgâh, Bahriye Nâzırı Hasan Rami, Serasker Ali Rıza Paşalar vardı. Bunların hepsini itfaiye kışlasının üst katında kum meydanına nâzır bir odaya koyduk. Ratıp ve Sadettin Paşalar da ertesi gün sultan sarayları namıyla maruf mahale nakledildiler.
Bütün bu kendilerini büyük sanan rical aynı koğuşta bir ay kadar kaldılar. Her gün idam edilmek tehlikesi karşısında asabileşiyor, şakalaşıyor, eğleniyorlardı. Onların koğuş hayatı başlı başlına bir âlemdi. Memleketi idare edenlerin ruhlarını ve ahlâklarını anlamak için bundan iyi bir mevki olamazdı. Bir ay sabah akşam bunların içinde yaşadım. Samimi sohbetlerine karıştım. Gördüklerim, bütün hayatımda unutulamayacak kadar meraklı şeylerdir.
Bunların içinde en ziyade hoşsohbet olan Üfürükçü Ebulhüda idi. Ebulhüda, koğuşun falcısı idi. Zaten bütün paşaları bir araya getirsen hepsi birden bir incir çekirdeğini dolduracak kadar dimağ sahibi değillerdi. Onları gördükçe hep içimden güler ve “zavallı bizler” derdim. Ne insanların eline kalmışız!
Filhakika bunlar ne ciğeri beş para etmez insanlardı. Hayatta bildikleri şey çalım atmak, emir vermek ve hüküm sürmekti. Fakat aralarındaki muhavereyi işitseniz, bu adamların nasıl olup da senelerce memleketin başında bulunduklarına şaşmamak mümkün olmazdı.
Evet Ebulhüda, bu beyni boş, böbrekleri çürük paşaların falcısı idi. Sarayın bu maruf üfürükçüsü, gecelik entarisiyle yatağının üstüne oturur, etrafa bir selam verir, bir iki anlaşılmaz duadan sonra latifeye başlardı:
- Bana Üfürükçü Ebulhüda diyorlar, derdi. Halbuki ben şimdiye kadar kimseye büyü yapmadım. Kimseyi üfürükle tedavi etmedim.
Sonra birden kahkaha salar işi şakaya boğardı. Koğuşta herkes hayat memat meselesi ile karşı karşıya olduğu için Ebulhüda’nın bu şakaları ötekilerin de derdini avutur, onlara iyi bir vakit geçirmeye yardım ederdi.
Her an ölüm ile menfa kararları arasında titreşip duran paşalar hep birden Ebulhüda’nın etrafına üşüşür, ona fal baktırırlardı. Ebulhüda herkese başka türlü bir fal bakardı. Birisine Kur’an-ı Kerim’den mana çıkararak istikbalini söylerdi. Bir diğerine iskambil kâğıdıyla fal bakardı. Fakat bütün fallarında paşaları heyecan içinde koyar, bazen de kahkahadan bayıltırdı.
Ebulhüda en ziyade Başkâtip Kara Tahsin Paşa’yı üzmekten hoşlanırdı. Ne vakit onun falına baksa:
- Paşam, derdi. Senin akıbetin kötü. Bazen dar ağacı görüyorum. Bazen Anadolu’nun ıssız bir köyü gözümün önünde canlanıyor. İdam mı desem, sürgün mü desem, hapis mi desem diye sıralamaya başlar, Kara Tahsin’i çileden çıkarırdı.
Kara Tahsin, koğuşun kara belası idi. Yemeğini önüne getirmelerini ister, yüzünü yıkamak için bile yatağından kalkmazdı. Sanki yatağı içinde kötürüm olmuş gibi idi. Bütün arkadaşları koğuşta sinirli sinirli dolaştıkları hâlde o Ebulhüda ile karşı karşıya geçer, tesbih çekerlerdi. Kara Tahsin’in diğerlerine karşı takınmak istediği bu efendi tavrı, arkadaşlarını gücendirmekten hali kalmazdı. Hatta bazen paşaların Kara Tahsin’e çıkıştıkları bile vaki olurdu.
Paşaların hariçle temasları men edilmişti. Yalnız haftada bir defa gelecek ziyaretçileri benim nezaretim altında olmak üzere görebilirlerdi. Fakat bence en tehlikesiz mevkuflar bunlardı. Çünkü bunlar daha tevkifhane kapısından içeri girer girmez vaziyeti anlamışlar ve teslim olmuşlardı. Artık kaçmak akıllarından bile geçmiyordu, zaten böyle bir şey düşünseler bile içlerinde bu tehlikeli teşebbüse atılacak kimse yoktu. Onlar kaderleri neyse onu çekmeye razı olmuş, tevekkülle divan-ı harbin haklarında vereceği kararı bekliyorlardı. En ziyade korktukları şey de tabi idamdı. İkide bir beni çağırır, telaşlı ve heyecanlı bir sesle beni iskandil ederlerdi:
- Hasan, derlerdi, hakkımızda verilecek hükmü, yapılacak muameleyi öğrenirsen sana bol mükafat var.

6 Ağustos 2016 Cumartesi

Bekir Ağa Bölüğü'nde Neler Gördüm? - 2 -

Haftada iki gün mevkufların aileleriyle temasına müsade edilmişti. Pazartesi ve perşembe günleri hariçten gelenler, merkez kumandanlığının müsadesini aldıkları takdirde mevkuflarla görüşebilirlerdi. Fakat bu müsade on beş dakikaya münhasırdı. Bu yüzden ne feci sahneler olurdu. Mülakat mahalli kapıdan girilince öne çıkan taşlıktı. Burada ancak beş on kişi görüşebilirdi. Halbuki içeride üç binden fazla mevkuf vardı. Ziyarete gelenler ekseriya kadınlar ve çocuklardı. Bunların kapıda yaptıkları sahneler çok müthişti. Sırası geldikçe bunlardan bazılarını naklettiğim zaman, kârîler bu sahneleri daha yakından göreceklerdir.


Her gün divan-ı harpler toplanıyor. Yüzlerce kişiyi muhakeme ediyorlardı. Muhakeme neticesinde idama mahkum olanlar koğuştan çıkartılıp bahçedeki inşaat koğuşuna indirilirdi. Buraya inen mevkuf cezasını bilir ve korkmaya başlardı.

Bekir Ağa Bölüğü'ne geldiğimin ikinci günü idi. Abdülhamid'in serhafiyesi Kabasakal Mehmed Paşa'yı bir araba ile getirdiler. Senelerce dediği dedik, emri emir olan bu adam, jandarmalar arasından Bekir Ağa Bölüğü'ne giderken bile saraya giden bir nâzır gibi kemâl-i azimetle yürüyor, etrafa yukarıdan dürbünle bakar gibi bakıyordu.

Paşa'yı kapıda biz karşıladık. İçeriye girer girmez bütün mevkuflar pürtecessüs gözlerini Hamid devrinin bu müheykel mümessiline atfettiler. Koğuşa girer girmez etrafına bir bakındı. Getirildiği yeri pek benimsememiş, beğenmemişti. Muhteşem kalın halılarla örtülmüş müzeyyen odalarda yaşamaya alışmış olan bu serhafiye, çıplak ve her türlü ve her sınıftan insanla dolu bu koğuşta biraz şaşırdı, etrafına hayretle bakındı. Sonra kendini topladı ve selam verdi. Huzuruna çıkmak bile mümkün olmayan serhafiyeye etraftan mukabele ettiler. Bazıları daha ileri gittiler:

- Vay Paşa Hazretleri, görüşmek nihayet burada mukadder imiş, dediler. Koğuş o kadar kalabalıktı ki burada paşaya bir yer bulmak mümkün olmadı. Kendisini aldık. Dış kapının sağ tarafında bulunan odaya götürdük. Burada Bediüzzaman Şeyh Said-i Kürdi yatıyordu. Şeyh Said, paşayı memnuniyetle karşıladı. Paşa azimetle içeri girdi. Hâlâ azimetli tavrını bırakmış değildi. Bizlere uşakları nazarıyla bakıyor gibiydi. Fakat sonra yavaş yavaş hakikatle karşı karşıya kaldıkça kendini büyük gören bu istibdat heykeli küçüldü. İnceldi. Vaziyeti anladı ve bir köşeye sindi.

Ben onu senelerce devletin büyük işlerine karışmış, umur görmüş, incelmiş yüksek bir adam zannederdim. Ona mevkisiyle mütenasip hürmette kusur etmiyordum. Halbuki bu debdebe ve haşmetin altında gizli olan kaba ve iğrenç Kabasakal meydana çıkmakta gecikmedi. Hâlâ Türkçe öğrenmemişti. Kaba bir Çerkes şivesiyle konuşuyor, etrafına emir vermeğe çalışıyordu. Bediüzzaman Şeyh Said, onu teselli etmek istedi:

- Müteessir olmayınız paşam, bu da geçer, dedi. Paşa kesik ve boğuk bir sesle cevap verdi:

- Evet öyle, insanın başından her şey gelir geçer. Fakat bunu söylerken başından ip geçeceğini hiç aklına bile getirmemişti.

Kabasakal ilk gecesini sakin ve sessiz geçirdi. Fakat aradan yirmi dört saat geçip de vaziyette bir değişiklik görmeyince sinirlenmeye, asabi buhranlar geçirmeye başladı. Elinde bir tespih mütemadiyen bir aşağı bir yukarı geziyor, konuşmuyor, Şeyh Said'in sözlerine baştan savma cevaplar veriyordu. Belli ki vaziyetin vahametini hissetmeye başlamıştı. İkinci günün akşamı bayıldı. İçeri koştuk, kendisini ayıltıncaya kadar hayli zahmet çektik.


O günden itibaren artık daha kendine gelmedi. Yatağının üstüne oturuyor, elindeki tespihi çekerek kendi kendine bir şeyler söyleniyordu. Şeyh Said her gün zeytin ekmek yerdi. Paşa böyle bir yerde yaşamaya alışmadığı için ne gelirken yemek getirmiş ne de burada yemek getirtmeyi düşünmeye vakit bulmuştu. Fakat Kabasakal geldikten sonra Şeyh Said'in zeytin sarfiyatı birdenbire kabarmıştı. Günde yüz dirhem zeytinle iktifa eden şeyhe şimdi günde bir okka yetişmiyordu. Nihayet bu zeytinini verirken sormaktan kendimi alamadım:

- Şeyh Efendi, ne çok zeytin yiyorsunuz!? dedim. Derdini dökecek bir adam arıyormuş gibi:

- Sorma, dedi. Benim yediğim yok. Ben ancak üç dört tane yiyorum, mütebakisini bu adamcağız yiyor.

Hayret ettim. Buraya gelinceye kadar bu adam acaba zeytin nedir görmüş müydü? Belki rakı masasında parmak gibi büyük zeytinleri meze olarak kullanmıştı. Fakat böyle zeytin ekmekle yaşamayı aklına getirmiş miydi? O vakit hatırladım. 319 senesinde 313 kur'asının terhisi esnasında, terhis edilen efradı görmek üzere Haydarpaşa'ya gitmiş, vagonları birer birer gezmişti. Neferlere nezaret eden bir yüzbaşıyı peynirli pide yerken görmüş ve elinden pideyi alarak yere atmış ve bağırmıştı:

- Böyle şey de yenir mi? Be herif, sende mide denilen şey yok mu? Milletin halinden bu derece bî-haber olan bu mütekebbir paşa, şimdi zeytin ekmeğe merhaba demeye mecbur olmuştu.

Kabasakal'ın muhakemesi süratle icra edildi. Divan-ı harbe bir defa sevk edildi ve daha birinci celsede idam kararı verildi. İdam kararı o vakit mahkumlara tebliğ edilmezdi. İdama mahkum olanlar gece yarısı koğuşlarından alınır, bahçedeki inşaat koğuşuna götürülür, ertesi sabah erkenden idam edilirdi. Halbuki divan-ı harb Kabasakal hakkında verdiği idam hükmünü kendisine bizzat tebliğ etti.

Divan-ı harbden çıktığı zaman rengi atmış, ayakları gevşemiş, yürüyüşünü şaşırmıştı. Kendisini aldık. Doğru inşaat koğuşuna götürdük. Gece yarısı paşayı idama götürecektik. Gecenin kalın zulmeti kalkmış, etrafı hafif ve donuk bir aydınlık kaplamıştı. İstanbul derin uykuya dalmıştı. Benim için bu idam vakası da yeni bir tecrübe olacaktı. İnsan asmak, adam öldürmek kolay bir şey değildi. Fakat vazifelerimden biri de bu idi. Hayatımda yaptığım işlerin belki de en fecisi bu idi. İlk gece birkaç kişiyi asmıştık. Onların bende yaptığı tesir o kadar feci idi ki yirmi dört saat kendime gelemedimdi. Ertesi gün idam işlerinden affedilmekliğimi rica ettiğim halde kabul edilmemişti, ikinci olarak da paşanın idamında bulunacaktım.

Elimizde beyaz gömlek, kelepçeler olduğu halde inşaat koğuşuna gittik. Paşa başı iki elleri arasında düşünüyordu. Bütün gece bu halde kalmış, uyumamış, hatta yatmaya bile lüzum görmemişti. Bizi görünce karşısında Azrail'i görmüş gibi yerinden sıçradı. Biraz sendeledi. Az daha düşecekti. Yanımdaki neferlerden biri koluna girdi. Paşa bir neferlere, bir bana baktı:

- Ne o evladım, diyebildi.. Beni de mi idam edeceksiniz?

Bunu söylerken sesi titriyor, ayakları ispazmuza tutulmuş gibi sallanıyordu. Ölümü hiç düşünmemiş, Azrail'i aklına bile getirmemişti. Sehpada ölmek onun aklına gelebilir miydi?
Paşa, bizim aldırmayıp kollarına kelepçeyi geçirmeye başladığımızı görünce:

- Bu saatte mi? dedi. Yarını bekleyiniz gün olsun.

Can ne kadar tatlı şeydir. Öleceğini biliyordu. Fakat birkaç dakika olsun kazanmak istiyordu. Teselli etmeye mecbur oldum:

- Korkmayınız, Paşam, dedim. Sizi zabitân koğuşuna götürüyoruz, sehpaya değil. Filhakika zabitân koğuşuna götürüyorduk. Fakat idama hazırlamak için. Zabitân koğuşuna girer girmez paşa işi anladı. Tazallüme başladı.

16 Şubat 2016 Salı

Sultan Abdülhamid-i Sani’nin Na’şı Önünde


Sabık Hakan irtihal etmiş. Bu havadis ilk defa gazetelerden öğrenildi. Boğaz, güneşin parlak ziyaları altında gülüyordu. Beylerbeyi Sarayı uzaktan, mavilikler içinde görünüyordu. Otuz üç sene Osmanlı tahtını işgal eden Sultan Abdülhamid-i Sani birkaç saat sonra, güzel İstanbul’un topraklarının altına gömülecekti. Sultan Abdülhamid’in cenazesi Beylerbeyi Sarayı’ndan Topkapı Sarayı’na getirilecekti. Orada yıkanacak ve saat dokuzda Sultan Mahmut Türbesi’ne gömülecekti. Topkapı sarayına gittim. Ortakapı önünde, başında kabalak, elinde tüfenk, tek bir nöbetçi bekliyor. Babüssaade önündeki Ak Ağalar, kemal-i nezaketle gelenleri karşılıyordu. Kubbealtı harap ve metruk, ihtişamlı devirlerin hatıralarıyla meşhun, asırlar boyu meydana gelen hadiselere acı acı gülüyor gibiydiler. Güneşin ziyası servilerden süzülüyor, çimenlerin üzerinde dökülüyordu. Bir iki hademe, ellerinde tırmıklar, şubatın feyizli güneşinin altında yeşeren çimenlerin üzerinden, sararmış yaprakları topluyorlardı. Sultan Üçüncü Ahmet Kütüphanesi’nin önünden geçtim. Siyah elbiseli bir hademe lale bahçesi tarafından hızla koştu: Cenaze geliyordu. Sarayburnu’na doğru ilerledim. Küçük bir kafile, parkın kumlu yokuşunu ağır ağır çıkıyordu. Rıhtıma büyük bir istimbot yanaşmış, sarı bacasından dumanlar yükseliyordu. Bu manzara pek hazindi: Marmara, sahiller, tepeler güneş içindeydi. Uzakta, Hamidiye Camii’nin narin ve beyaz binası, Yıldız’ın ağaçlık caddesi sarayın çıplak ağaçlar arasından görünen müselsel (birbirini takip eden) damları, mebhut ve sakindi. Siyah, bütün siyahlar giyinmiş bir kafilenin başları üzerinde, beyaz bir çarşaf, koyu bir şal, yeni bir sedye görülüyordu: Sultan Abdülhamid, tahta bir sedye üzerinde, yatağının içinde, bîruh yatmıştı. Kalın, sarı çizgili yatak çarşafı, sedyenin kenarlarına doğru sarkıyordu. Üzerine turuncu ve yeşil nakışlı, kıymetli, koyu bir şal örtülmüştü. Rüzgâr vurdukça şal kalkıyor, altında zayıf bir vücudun, ufak bir başın kabartısı görülüyordu. 


Cenazenin önünde Beylerbeyi Sarayı’nın muhafızı, yanlarında iki sıra asker, sedyenin etrafında Enderun-u Hümayun ağaları, saray erkânı ağır ağır yürüyorlardı. Sedye el üstünde taşınıyordu. Arkada Şehzade Selim Efendi, damad paşalar, mahzun ve müteessir ilerliyorlardı. Her tarafta müphem bir sükût vardı. Hademelerden biri elinde bir fes taşıyordu. Fesin üzerine beyaz bir mendil örtülmüştü. Bu, Sultan Abdülhamid-i Sani’nin fesiydi. Bütün sîmalar müteessirdi. Uzaktan bir bahçıvan, elinde bir çapa, melûl bakışlarını dikmiş bakıyordu. Etrafta cesedi taşıyanların kumlar üzerindeki ayak seslerinden başka bir şey işitilmiyordu. Deniz sakin ve dalgasızdı. Sarayın önünde, Bizans’ın ebedi yâdigârı, yüksek sütunlar, güneşin ziyalarıyla parlıyordu. Cenaze Lale bahçesinin önünden geçirildi. Hırka-i Saâdet’in yeşil ve yaldızlı kapısının önüne getirildi. Kapı açılmıştı. El üzerinde içeri girdi. Şehzadeler ve damat paşalar, Mecidiye Kasrı’nda cenazeye refakat edenler dışarıda kaldılar. Kapı kapandı. İçeriye Hırka-i Saadet erkânından başkası giremedi. Ne münevver, ne ulvi, ne ihtişamlı bir daireydi! Burası, Osmanlı hanedanının hilafet namına inşa ettiği en sanatkârane, en mutantan, en parlak bir mâbeddi. Duvarları mavi ve yeşil çiniler, altın yaldızlı levhalarla süslüydü. Sultan Selim’in halefleri ruhlarını bu mukaddes yerde tesliye ederler, ordularının zaferleri için burada dua ederler, Hırka-i Saadet önünde gözyaşı dökerlerdi. Duvarların rengârenk çinileri, kıymetli yazıları, göz kamaştırıyordu. Hacet Penceresi’nin önündeki hasırlar kısmen kaldırılmıştı. Karşıda geniş, buzlu camlar Haliç’in görünmesine engel oluyordu. İki yeşil kerevet üzerinde, serviden, altı kollu ufak bir tabut, hasırların kalktığı taşlık üzerinde, küçük bir teneşir görülüyordu. Sultan Abdülhamid, uryan ve bîruh teneşir üzerine yatırılmıştı. Hacet Penceresi’nin yaldızlı parmaklıklarının önünde üzgün bir halde durdum. 

Tabutun ilerisinde, Enderun erkânı, ellerini hürmetle kavuşturmuşlar, hizmete hazır bekliyorlardı, Karşıda, Sultan İbrahim’in Sünnet Odası, asırların menkıbelerini saklayan kapalı kapısı, mavi çinili duvarlarıyla, tarihin bu safhasına karışmak istemiyor gibiydi. Teneşirin etrafında, ikisi yeşil, ikisi beyaz sarıklı dört hoca, ellerinde sarı lifler, misk sabunları, dindârane bir saygıyla na’şı yıkıyorlardı. Sultan Abdülhamid’in beline doğru beyaz ve yeni bir kefen örtülmüştü. Göğsünden yukarısı ve dizlerinden aşağısı açıktaydı. Vücudunda uzun bir hastalığın zaafı görülmüyordu. Renginde ölüm sarılığı, korkunç bir sarılık yoktu; fildişinden camid bir cisim gibiydi. Boyu ufak, saçı ve sakalı ağarmıştı. Burnu, çehresine nispeten uzunca idi. Gözleri kapanmış, çukura batmıştı. Uzun ve siyah kaşlarının üzerinde melâl ve teessür vardı. Saçları alnına doğru biraz dökülmüştü. Sakalı bembeyaz, uçlarına doğru sararmıştı. Yüzünde ihtiyarlık alameti, fazla buruşukluk yoktu. Boynu incelmiş, omuz kemikleri dışarı fırlamıştı. En zayıf yerleri göğsüydü. Göğüs ve kalça kemikleri görülüyordu. Bacakları beyaz ve ince, ayakları ufaktı. Vücudunda hiç kıl yoktu. Yalnız meme uçlarında, kollarının alt kısımlarında, parmaklarının üzerinde siyah kıllar görülüyordu. Kolları bîtap bir şekilde iki tarafa düşmüş, ayaklarını parmakları açılmıştı. Vücudunun sağ tarafı bembeyazdı. Sol tarafında ve arkasında kırmızılıklar görülüyordu. Vücudunun tamamı sevimliydi. Beyaz bir vücud, yıkandıkça güzelleşen bir na’ş, yeni bir teneşirin üstünde, yıkayanların ellerine tabî, uzanmış yatıyordu. Na’şın karşısında, ellerinde gümüş buhurdanlar, ağalar duruyordu, Herkes huzur içindeydi. Bütün sîmalarda tevekkül alâmetleri görülüyordu. Hırka-ı Saadet Dairesi, tarihi bir gün yaşıyordu. O gün, olaylarla dolu, uzun bir saltanat devresinin son sayfası kapanacaktı. Bütün bakışlar Sultan Abdülhamid’in teneşir üzerinde yatan kapalı gözlerine dikilmişti. Na’şa sıcak sular döküldüğünde beyaz bir duman yükseliyor, buhurdanlardan çıkan ud ve anber kokularına karışıyordu. Etrafta huşû içinde bir sükûnet hüküm sürüyordu. Hizmet için girip çıkanların hasırlar üzerinde, ayak seslerinden başka bir ses işitilmiyordu. Ayak ucunda, direğin yanında, damatlardan iki zat, ellerini kavuşturmuşlar, gözleri na’şa yönelik, müteessirane ağlıyorlardı. Dışarıda tabiatın bütün güzellikleri hissediliyordu: Haliç’in suları umulmaz bir şubat güneşinin revnakları altında parlıyordu. Çamaşırlığın ağaçları çıplak, baharın feyzine hazırdı. Yıkanma el’an bitmemişti. Sultan Abdülhamid’in teneşir üzerinde kapanmış gözleri, ağarmış saçları, çıplak vücudu ile hareketsiz bir şekilde yatışı kalblerde melâl ve intibah hisleri meydana getiriyordu. Bazen başı birden bire kayıyor, yanlarına doğru düşen kollarıyla masum, bîçare bir insan vaziyeti alıyor, ak ve perişan sakalıyla boynu garibâne bükülüyordu. Nihayet na’şın yıkanması bitti. Sarı ipek işlemeli havlularla kurulandı. Tabut yere indirildi. Teneşir tabutun yanına getirildi. İçine kefenler serildi. Sultan Abdülhamid’in na’şı hürmetle tabuta indirildi. Sultan Abdülhamit son dakikalarına kadar, kendini kaybetmemişti. Hatta vasiyette bulunmuştu: Göğsüne “Ahidname Duası” konacak, yüzüne “Hırka Saadet Destimalı”, siyah kâbe örtüsü örtülecekti. Bu vasiyet harfiyen yerine getirildi. Sultan Abdülhamit’in tabut içinde, beyaz kefenler arasında, kemikleri sayılan çıplak göğsünde ahidname duası, yüzünde siyah bir kâbe örtüsü, ak sakalı, ebediyete doğru kapanmış gözleriyle uryan ve perişan, Hırka-i Saadet Dairesi’nde yatışı cidden elimdi: Sultan Abdülhamid bütün günahlarını tarihe bırakmış, huşu içinde Huzur-u İlahi’ye gidiyordu. Kefen bağlandı, tabut kapandı. Sedef kakmalı, asırlar görmüş bir saatin ağır tıktıkları Hırka-i Saadet Dairesi’nin ulviyeti içinde aksetti. Tabutun teçhizine başlanmıştı. Üzerine evvela bir yatak çarşafı, daha üstüne sırma işlemeli al bir örtü konuldu. Ayak ucuna lâciverte yakın çiçekli bir kumaş sarıldı. En üstüne Kâbe örtüleri, kıymetli taşlarla süslü kemerler konuldu. Başına ve kollarına şallar sarıldı. Baş tarafa sarılan, yeşil atlas üzerine kırmızı bir fes konuldu. Na’ş yıkanırken, çıplak bir tabut, tahta bir teneşir, Hırka-i Saadet Dairesi’nin gözleri kamaştıran renkleri ve yaldızlarıyla tezat teşkil ediyordu. Şimdi Sultan Abdülhamid’in; ipekler, şallar, sırmalar, kıymetli taşlarla süslü tabutu dairenin ihtişamına ve ulviyetine yakışmıştı. Herkes çekildi. Yalnız müzeyyen sütunlar, renkli duvarlar, parlak tablolar arasında, başı harem dairesine yönelik bir tabut, solda, kutsal dairenin penceresinden altınlar ve sırmalarla süslü yeşil perdeler, ağır sırma püsküller, altın şebekeler, değerli ve tarihi tablolar, Kelam-ı Kadimler görülüyordu. Arzhane önünde bir ayak sesi işitildi. Damat paşalardan, muhterem bir zat, üzgün adımlarla ilerledi. Hırka-i Saadet duvarının köşesinde melul ve mahzun durdu. Ellerini açtı, gözleri tabuta çevrili kısa bir dua etti. Samimi bir hıçkırık kalblerde akisler bıraktı. Saat dokuz. Hırka-ı Saadet kapısının önünde sırmalı üniformalar, kalpaklar ve şapkalarıyla sefirler ve subaylar bekliyorlardı. Yabancılar bu muazzam daireyi merak ve hayretle seyrediyorlardı. Ulema, arkalarında geniş kollu, göğsü sırmalı yeşil ve mor elbiseler, sarıklarında sırmalar, hürmetle karşılanıyordu. Kalabalık gittikçe artıyordu. Saltanat veliahdı şehzadeler, büyük üniformalarla gelmişlerdi. Şubat güneşinin altında sırma, nişan, üniforma parıltısından başka bir şey görülmüyordu. 

                     
Hırka-i Saadet Dairesinin kapısı birdenbire açıldı. Bütün gözler kapıya çevrildi. Kalabalık o tarafa doğru birikti. Kapının iki tarafı doldu. Herkes, heyecanlı kalblerle cenazeyi görmek istiyordu. Nihayet elmaslı kemerler, sırmalı Kâbe örtüleri, al atlaslarla süslü tabut, kırmızı fesi ile parmaklar üzerinde heybetli ve muhteşem dışarı çıktı. Devlet erkânı, subaylar, Sultan Abdülhamid’in cenazesinin huzurundaydılar: Bütün nazarlar tabuta dikilmişti. Tabut, Hırka-i Saadet kapısının önüne, yüksek bir yere konuldu. Hamidiye Camii’nin kürsi şeyhi, sırmalı yeşil elbisesi, göğsünde nişanı ile taşın üzerine çıktı. Etrafına bakınarak :

- “Merhumu nasıl bilirsiniz?” Velveleli, hazin, müteessir birçok ses servilerin arasında yankılandı:

- İyi biliriz!...

Kısa bir fatiha bu merasime son verdi. Tabut kaldırıldı. Sultan Üçüncü Ahmet Kütüphanesi’nin Arz Odası’nın sağından ağır ağır geçti. Babüssaade önüne geldi. Cenaze namazı usûlüne uygun burada kılındı. Alay burada tertip edilecekti. Şehzadeler, milletvekilleri, a’yan, devlet erkânı, konsoloslar, komutanlar, saray mensupları hep buraya toplanmışlardı. Arada-sırada teşrifat memurlarının (protokol görevlilerinin) sırmalı elbiseleriyle, ellerinde beyaz bir kâğıt: “A’yan, mebusan, ilmiye ricali, ümera…” diye çağıran sesleri işitiliyordu. Nihayet alay hazırlandı. Servilerin önüne hademe-i şâhâne, subaylar ve erler dizilmişlerdi. Piyadeler silahlarını omuzlarına asmışlar, büyük bir sessizlik içinde yürüyorlardı. Tabutun önünde dedeler, Şâzelî Dergâhı’nın dervişleri giriyordu. Tabutu taşıyanlar Enderun-u Hümayun Ağaları ve saray erkânıydı. Tabut, Babü’s-Saade’den Ortakapı’ya kadar, servilerin arasından, yavaş yavaş ilerledi. Ortakapı’dan vakar ve ihtişam ile çıkarken hazin bir tehlil, rûha huşû ve tevekkül veren tatlı bir sâdâ, Ortakapı’nın taş duvarına, bir zamanlar vezirlere hapishanelik yapan kapının arasına aksetti. Bu sadâ, Üçüncü Sultan Selim’in; hassas, necip ruhunun tercümanı idi. Enderun’dan yankılanan her nağmenin, Enderun’dan yükselen her teranenin, hassas padişahın temiz ve mübarek ruhunu yâd ettirmemesi mümkün müydü? Enderun-u Hümayun ağaları salavat okuyorlardı. 

Kubbealtı’nın harap duvarlarına yansıyan sesler Osmanlı ruhunun hazin feryadlarıydı. Herkes tabutun arkasından saygıyla yürüyordu. Bu tarihi kapı, ne padişah cenazelerinin çıktığını görmüş, etrafında ne acı gözyaşlarının döküldüğüne şahit olmuştu. Önce dedegânın aralıklarla söylenen hazin sesleri işitiliyor, Şâzelî Dergâhı şeyhlerinin hüzünlü bir Arap lahni ile okudukları kelime-i tevhîd, tekbirler ve na’tlar arasında, aheste bir nakarat gibi yükseliyordu. Ortakapı ile Bâb-ı Hümayun arası Alman subaylarının otomobilleri, mükellef konak arabalarıyla dolmuştu. İki zarif hanım, arabada ayağa kalkmışlar, yüzlerinde ince peçeler, alayı seyrediyorlardı. Biraz ötede, Bizans’ın İrini Kilisesi ve son devir askerî müzesinin önünde mehterhâne takımı, büyük kavukları, kırmızı şalvarları, sırma cepkenleri, sarılı ve kırmızılı bayraklarıyla durmuşlardı. Canlı bir tarih, hürmet ve tevkîr ile tabutu selamlıyorlardı.

Cenaze Bâb-ı Hümayun’dan çıktı. Sokaklar insandan görülmüyordu. Ayasofya önünden Sultan Mahmut Türbesi’ne kadar caddeye iki sıra asker dizilmişti. Ağaçlar, evler, pencereler, damlar; kadınlarla, çoluk-çocukla dolmuştu. Tramvaylar durmuştu. Tabut, acıklı ve müessir dualarla, tekbirler ve tehlillerle ilerliyordu. Cenazeyi görenler üzülüyorlardı. Evlerin pencereleri kadınlarla doluydu. Bir hanım hıçkırıklarını tutamıyor, mendili gözlerinde, başını duvara dayamış ağlıyordu. Cenazeyi lâkaydane seyredenler de vardı. Fakat hassas kalbler, bu hazin merasime, bu elem verici feryatlara, bu dinî ihtişama karşı gözlerinin yaşardığını hissediyordu. Otuz üç sene Hilafet makamını işgal eden Osmanlı padişahının son merasimi hürmetle, saygıyla yerine getiriliyordu.

Son hıçkırığı andıran Allah!...Allah!... Nidalarıyla tabut, türbe kapısından içeri girdi. Sultan Abdülhamid; hürmet ve tekrîm ile kabre indirildi. Osmanlı tarihinin otuz üç senelik bölümü hazin bir şekilde sona erdi.

1 Şubat 2016 Pazartesi

Bekir Ağa Bölüğü'nde Neler Gördüm? -1-

Hayatında mahşeri görmek isteyenler 31 Mart irtica hadisesini müteakip Bekir Ağa Bölüğü'nü görmeliydiler. Hareket Ordusu İstanbul'a girerek her tarafı hükmü tahtına almış, günlerden beri İstanbul'u kana bulayan, münevver ve mütefekkirleri evlere sığınmaya mecbur eden irtica bastırılmış, taraf taraf divan-ı harpler kurulmuş, mürteciler tevkif edilip Bekir Ağa Bölüğü'ne gönderilmeye başlamıştı. Bekir Ağa Bölüğü o vakit mahşerden bir numune idi. Adi yobazlardan zamanın ricaline kadar üç bin kişi Bekir Ağa Bölüğü'nde istilaya uğramış bir memleketin muhacirleri gibi bütün koğuşları, koridorları, izbe katları doldurmuştu. Büyüğe küçüğe, rütbeye mevkiye bakılmıyor; getirilen içeri atılıyordu. O vakit Hareket Ordusu irticayı bir an evvel bastırarak vaziyete hakim olmak için üç divan-ı harp teşkil etmiş, bilahere başkumandan Enver Paşa, o vakit Enver Bey, merkez kumandanı olmuştu. Divan-ı harpler geceli gündüzlü ictima ediyor, İstanbul'un dört köşesine dağılan mürteciler taraf taraf tevkif edilerek Bekir Ağa Bölüğü'ne getiriliyorlardı. Bunların içinde Hamid'in kurenası, nâzırları, hafiyeleri, elebaşı yobazlar, adi mürteciler ve irticaya alet olan binlerce insan vardı. Ben o vakit Bekir Ağa Bölüğü'ne muhafız-ı kanun tayin edilmiştim. Yanıma birkaç tane nefer verilmiş, Bekir Ağa Bölüğü'nün muhafazası bize tevdi edilmişti. Mahpuslarla ben temas ediyor, onları ziyarete gelenleri ben idare ediyor, geceleri idama gidecekleri ben götürüyordum. Hayatımızın mühim bir kısmı memleketin siyasi hayatında mühim roller oynamış bu siyasi mücrimler arasında geçti. Onların bodrum katında nasıl dövüldüklerini, senelerce memleketi idare edenlerden bazı rezillerin idam sehpası önünde nasıl bu millete ettikleri zulmün hesabını verdiklerini, divan-ı harpte nasıl muhakeme edildiklerini gördüm. Otuz senelik bir mazinin hesabı hep gözlerimin önünde verildi. Orada gördüklerimi kârilerime naklederken şimdiye kadar efkâr-ı umumiyeye meçhul kalmış birçok sırları ifşa etmeye çalışacağım. Bu sırları bilenler birkaç kişidir. Onlar şimdiye kadar bildiklerini efkâr-ı umumiyeye bildirmemişlerdir. Halbuki Türk'ün siyasi tarihinde Bekir Ağa Bölüğü mühim bir mevki işgal edecektir.


Burada cereyan eden vakayi' bilhassa yeni yetişen nesil için ibret sahneleriyle doludur. Tarihe vesika vermek hem inkılap ruhiyle yetişen yeni nesle, mazinin siyasi hayatındaki çirkin ve iğrenç faciaları teşhir ederek onlarda demokrasi fikir ve zihniyetinin kuvvet bulmasına yardım etmek itibariyle Bekir Ağa Bölüğü'nde gördüklerimin bilinmesi faydadan hali olmayacaktır.

Bu küçük mukaddimeden sonra hikayemize başlayabiliriz. Bekir Ağa Bölüğü namıyla maruf olan yer  sâbık Harbiye Nezareti'nin sağ tarafında kırmızı boyalı bir binadır. Bu bina iki kattan ibarettir. Alt katı, Haliç'e doğru evkaf bir bahçeye nâzırdır. Fakat yalnız bir tarafından aydınlık alır. İç taraflarında karanlık, ratıb, loş ve penceresiz koğuşlar vardır. Bu koğuşlarda evvelce merkez kumandanlığı emrine merbut efrad oturuyordu. Binanın üst katı oldukça havadar ve ziyadar geniş koğuşlardan mürekkeptir. Bu katta merkez kumandanlığı dairesiyle kumandanlığa merbut zabitan daireleri ve zabitan yatakhaneleri bulunurdu.

İşte bu bina 31 Mart irtica hadisesinin bastırılmasını müteakip tevkifhane ittihaz edilmiş ve o günden itibaren bu bina Türkiye'nin siyasi hayatında maruf bir mahal olmuştur. O zamandan itibaren Bekir Ağa Bölüğü her türlü siyasi cürümlere bir ma'kes olmuştur. 31 Mart vakasında mürteciler, Hamid devrinin paşaları ve yobazlar  burada tevkif edildiği gibi, Mahmut Şevket Paşa vakasında âmil olanlar da buraya tıkılmışlardı. Sonra tarih döndü dolaştı, mütareke esnasında İttihatçılar da burasını ziyaret ettiler. Bu suretle Bekir Ağa Bölüğü her devrin en mühim siyasi ricallerini duvarları arasında gizleyen bir mahpus oldu. Ben buraya getirildiğim zaman irtica henüz bastırılmış, Hareket Ordusu mürtecileri tevkife başlamıştı. Bütün koğuşlar dolduktan maada camii bile mevkuflarla dolmuştu. Sabahtan akşama kadar yüzlerce mevkuf getiriliyor, içeri atılıyordu. Tevkif edilenler arasında Hamid'in kurenasından Cevher Ağa, Nadir Ağa, Kabasakal Mehmed Paşa, Derviş Vahdeti, Miralay Ramazan Bey, Bahriye Nâzırı Hüseyin Hüsnü Paşa'nın oğulları Cemal ve Kemal Efendiler, Miralay Mustafa Sadık, Bediüzzaman Said-i Kürdi, merkez kumandan sâbıkı Saadettin Paşa, Serasker Ali Rıza Paşa vesaire vardı. Koğuşlarda rütbeye, mevkiye bakılmıyordu. Yüz kişi alan bir koğuşa iki yüz kişi koyuyorduk. Yatak getirenler kendi yataklarında, getirmeyenler yerlerde yatıyordu. Koridorlar bile hınca hınç dolmuştu. Yalnız Kabasakal Mehmed Paşa ile Said-i Kürdi bir odada, Cevher Ağa ile Derviş Vahdeti ayrı odalarda bulunuyorlardı.


Bu tevkifat altı ay devam etti. Tevkif edilenlerden altmış iki kişi idam edildi. Divan-ı harpler her gün toplanıyor, müteaddid idam hükümleri veriyorlardı. Bir taraftan da divan-ı harplere merbut tahkik heyetleri tetkikata devam ediyor, her gün yeni  tevkifat yapıyorlardı.

İşte tam bu gürültülü, bu tehlikeli zamanda Bekir Ağa Bölüğü'nün muhafazasına memur olan Necati Bey beni çağırdı.
- Hasan, dedi, maiyetine lazım olduğu kadar nefer veriyorum. Bekir Ağa Bölüğü'ndeki mevkufların hayatlarından sen mesulsün. Kaçırırsan evvela sen asılırsın. Vazifeni  hüsn-i ifa edersen mükafat görürüsün. Maiyetindeki efrad yetişmezse sana istediğin kadar adam veririm.

Bu emri verirken Necati Bey o kadar sert ve soğuktu ki, karşısında titrememek mümkün değildi. Bekir Ağa Bölüğü'ne geldiğim gün henüz tevkifat bitmemişti. Tevkifhanenin içerisi görülecek bir manzara idi. İnsanlar mahşere gittikleri zaman dünyada yaptıklarının hesabını verecektirler. Bu mahşere toplanan insanlar da bize yirmi beş seneden fazla süren saltanat ve debdebe devrinin hesabını vermeğe gelmişlerdi. Senelerce bizi soyup, paramızla debdebe ve haşmet içinde yaşamağa alışmış paşalar, burada bile yüksekten atıyor, iğfal ederek irticaya teşvik ettikleri isimsiz kimselerin yanında oturup yatmağa tahammül edemiyor, onları hapishanede bile hizmetçi gibi kullanmağa çalışıyorlardı. Bunlar ya köşede oturup sigara kahve içerek ismetlerini tahfife yelteniyor, yahut da asabi asabi koridorlarda dolaşıyorlardı. Koğuşlardan birbirine gidip gelme yasak değildi. Mevkuflar kendi aralarında serbestçe konuşabilirlerdi. Onun için muhtelif koğuşlara dağılmış olan aynı cins insanlar birbirlerini bularak ayrı gruplar teşkil ediyorlardı. 

O vaktin irtica cereyanına kapılarak tevkif edilen isimsizler arasında kendilerini bu yeni hayata çabuk ısındıranlar çoktu. Bunlar yemeklerini kendileri pişiriyor, kendi yataklarını kendileri yapıyor, bazen de koğuştaki zenginlerin işlerini görerek birkaç para koparmanın yolunu buluyorlardı. Fakat Bekir Ağa Bölüğü'nün içinde derin, karanlık, korkunç bir matem havası vardı. Kimse yarının ne olacağını bilmiyor, ani ve seri ölüm herkesi korkutuyordu. Onun için, birisini aramak üzere içeri girdiğimiz zaman hemen her tarafta ses kesilir, Azrail gelmiş gibi herkes pür-halecan ağzımızdan çıkacak ismi anlamağa çalışırdı. Bizim içeride insan aramamız hiç de hayır için değildi. Gündüzse bir mevkufu divan-ı harbe götürmek, gece ise idam etmek için arıyoruz demekti. Fakat bazen içeride o kadar çok gürültü oluyordu ki, aradığımız adamı bulmak için tellal çağırır gibi bağırmağa ve saatlerce koğuşlar içinde dolaşmağa mecbur olurduk.


15 Ekim 2013 Salı

Sultan Abdülhamid Han'ın Cuma Selamlığı


Selamlık Resm-i  Âlisi
Dünkü Cuma günü selamlık resm-i âlisi ber-mutâd Hamidiye Cami-i Şerifi’nde icrâ edilmiş ise de şimdiye kadar emsâli görülmemiş bir derecede parlak ve samimi olmuştur. Otuz iki seneden beri padişahlarının yüzünü görmekten mahrum kalan ve müşahededen men edilen evlâtlar gibi mahzun olan efrad-ı millet, İslâm, hristiyan, genç, ihtiyâr, kadın, erkek yüzbinlerce halk dün sabah fevc fevc Yıldız Sarayı civarına şitâbân olmakta idi. Milletin şevk ü şâdisi nâkâbil-i tarif ve tasvir bir derecede idi. Nice seneler baba muhabbetinden mahrum kalmış evlâtlar aguş-i pedere ne derece hâhiş ile koşar ise bütün Osmanlılar Hamidiye Camii civarına öyle bir sevinç ve heyecan ile gidiyorlar idi. Bu meserrete ecânib bile iştirak etmiş, birçokları efrâd-ı millet arasına karışmış idi. Selamlık resminde hazır bulunacak asâkir-i Osmaniye musıka bandoları nice zamandan beri kulaklarımızın hasret kaldığı millî havaları terennüm ederek geçmekte, her sokakta, her adım başında en samimi alkışlara nail olmakta idi. Yıldız Sarayı civarındaki bahçeler, talimhane meydanı, Hamidiye Cami-i şerifi dahil ve harici, kasr-ı hümayun önündeki bahçe misafirin-i ecnebiyeye mahsus set, elhasıl harem-i hümayun kapısına kadar her taraf yüzbinlerce ahali ile dolmuş idi.

Padişahımız Efendimiz Hazretleri saat beş raddelerinde saray-ı hümayunlarından araba ile cami-i şerife geldiler. Velinimetimiz elbise-i resmiyelerini lâbis, (hanedan-ı âl-i Osman) ile diğer nişanları hâmil idi. Muvacehe-i hümayunlarında sadrazam Said ve harbiye nâzırı Rüştü Paşalar hazeratı bulunmakta idi.


Padişahımız Efendimiz Hazretleri’nin saray-ı hümayun kapısından çıkmalarını müteakip ‘Padişahım Çok Yaşa’, ‘Yaşasın Hürriyetperver Padişahımız’ nidaları semavata kadar yükseldi. Milletin meserreti, bahtiyarlığı hakikaten tasvir edilemeyecek bir derecede idi. Otuz iki seneden beri bazı hainlerin, devlet ve millet düşmanlarının  iğfalatı neticesi olarak didar-ı hümayunu göremeyen, padişahlarını bütün kalpleri, mevcudiyetleri ile alkışlayamayan efrad-ı ümmet meserretle dolmuşlar idi. Milletin bu meserreti, sadakati padişahımız efendimizin o derece memnuniyet ve mahzuziyetini mucib olmuştur ki gayet beşüş, şen ve şatır bir tavır ile arabalarında ayağa kalkarak mahzuziyet-i seniyyelerini halka bizzat tebliğ ve tebşir buyurmuşlardır.

Padişahımız Efendimiz Hazretleri salat-ı cumayı eda ettikten sonra saat beş buçukta cami-i şeriften çıkarak yine araba ile ve muvacehe-i mülûkânelerinde  şehzade devletlü necabetlü Burhaneddin Efendi Hazretleri ve harbiye nâzırı bulunduğu halde kasr-ı âliye avdet buyurmuşlar, bu defa da en samimi bir hiss-i sadakat ve meserret ile alkışlanmışlardı.

Velinimetimiz Efendimiz Hazretleri kasr-ı âliye avdetinden sonra orta kattaki pencerenin kanatlarını bizzat küşad ve kasrın önündeki bahçeye toplanan yüzbinlerce tebaa-yı sadıkalarına tekrar tekrar iltifat buyurmuşlardır. Bu sırada efrâd-ı millet sürur ve heyecanlarından ağlıyorlar idi. Fakat ne tatlı ağlayış!


Şevketmeab Efendimiz Hazretleri milletin bu muhabbet ve sadakat-ı fevkaladesinden pek ziyade memnun olmuşlar ve nezd-i hümayunlarında bulunan bazı zevata hitaben:
“Ben milletimi severim. Hainler beni şimdiye kadar aldatmışlar. Artık millet benimle ben milletimle yaşayacağım. Sadakatlerine eminim.” buyurmuşlardır.

Zât-ı şâhâne bu sözleri söyledikleri esnada pek müteessir oldukları gibi hazır bulunan efrâd-ı millet şiddet-i teessürlerinden gözyaşları dökmekte idi.

Millet alkışta devam ediyor, ‘Padişahım Çok Yaşa’ duası tekrar olunuyor idi. Vaki’ olan emr ü ferman-ı hümayun üzerine hazır bulunan bilumum asâkir-i şâhâne ile yüzbinlerce efrâd-ı millete şerbetler ve bisküviler tevzi’ olunmuştur.

Selamlık resm-i âlisinin hitamını müteakip Romanya tebaasından mürekkep bir orkestra takımı misafirin-i ecnebiyeye mahsus set üzerine gelerek marş-ı Hamidiye’yi terennüm etmiştir. Bu münasebetle dahi ‘Padişahım Çok Yaşa’ duası tekrar edilmiştir.

(1 Ağustos 1908)

[Günümüz Türkçesine çeviren: beyzade25]

13 Nisan 2012 Cuma

31 Mart Olaylarına Dair - 2


Askerlere Hitap

Arkadaşlar!
Memleketin şu kaç gün içinde geçirdiği asabi halecanlarla istikbalin karanlık buhranının sebebi nedir biliyor musunuz? Gaflet ile milletin sinesine hançer-i istibdadı tekrar saplamak isteyenlere körü körüne alet oluşunuzdur.

Sizin din ve devlet hakkındaki hissiyat-ı safiye ve necibenizi şeriatperverlik kisve-i münafıkânesine bürünerek maksad-ı hainânelerinin vasıta-i husulü ittihaz etmek isteyenler bundan istifade tarikini pek güzel bildiler ve eracif ile zabitleriniz aleyhine gayz u husumet-i dindârânenizi davet ederek sizi kıyama teşvik eylediler.

Siz “Şeriat İsteriz” feryadıyla bizzat şer’i mükerrem aleyhine kıyam ettiğinizden habir ve agâh değildiniz. Siz bilmiyordunuz ki dava-yı şer’e kıyamınızı tahrik edenler bilakis otuz seneden beri en mukaddes ahkâm-ı şeriyyeyi istibdad ile ayaklar altında kahr u payimal edenlerdir.

En menfur ve ehmelerle, en deni vasıtalarla otuz seneden beri şevket-i İslâmiye’nin zeval ve inkırazını isteyenler namus, din ve devleti kişisel rezil menfaatleri uğrunda fedadan çekinmeyenler analarınızın, babalarınızın zahmetlerle toplayarak selamet-i mülk ü millet için verdikleri paraları  sefahet-i mecnunâne yolunda sarf edip de serhadlere gönderilen sizin gibi dilaverleri aç, çıplak, zelil ve sefil bir halde bırakanlar hiçbir vakit şer’i âlinin hadimi değil bilakis bünyan-ı din ü devletin hasm u hadimidirler.

İdare-i sabıka-i müstebidde değil mi idi ki ulemâ-yı dinin otuz sene ağızlarını kilitleyerek şer’ koymak en âli ahkâmının iptal edilmiş olmasına karşı ilâ-yı savt imkânını ref’ etti? Yine o cadı-yı istibdad değil mi idi ki medrese köşelerinde ömürlerini tahsil-i dine hasreden binlerce talebe-i ulumi bir günde makarr-ı hilafet-i İslamiyye’den tard ü tebide kalkıştı?

Arkadaşlar! O vakit neden sükut ettiniz, ne için “Şeriat İsteriz” feryadıyla kıyam etmediniz? Çünkü hakaik-i vekayiden gafil idiniz. Reda-yı hadisat arkasında gizlenen emele vukufunuz yok idi, sükut ediyordunuz.

Bugün saye-i meşrutiyette şer’i garranın ahkâm-ı kutsiyesi mahal-i tatbik bulunca sefahete sarf edilen paralarınız bugün sizin rahat ve refahınıza masruf olunca ondan faydalanmaya alışanlar kâşâne-i ikbâl ü ihtişamlarını tezyin etmeyi i’tiyad edenler buna tahammül etmediler ve sizin gafletinizden, basiretsizliğinizden istifade ederek tahrik eylediler ve nihayet daha fenası olmak üzere dinen ve vazifeten hürmet ve itaatle mükellef olduğunuz zabitleriniz aleyhine sizde tevlid-i husumet ederek sizi katiller ve vatan hainleri derecesine indirdiler. Görüyor musunuz harekâtınızın neticesini!

Hem ne demek! Bir askerin, vazife-i diniye ve milliyesini idrak eden bir askerin kendi âmirini, zabitini katletmesi ne demektir? Bundan daha zâlimâne bir hareket tasavvur olunur mu?

Askerlik itaat ve inzibat numunesi olmak lazım gelirken ve askerin zabitlerine hürmet ve itaat göstermekle yükümlü bulunduğu halde zabitini katledenlere asker nazarıyla bakılır mı?

Hamiyet, insaniyet ve diyanet nokta-i nazarından menfur ve kabih olan bu harekâtınızı davanızla tevfik etmek kabil midir?

Dem-i masumini heder ettiğiniz o zabitlerin her biri devlet ve millet için neye mal olduğunu biliyor musunuz? Mütefennin bir mektebli zabit yetiştirmek için devlet ve millet nice senelerin mesaisine muhtaç ve binlerce liralar sarfına mecbur iken siz gaflet-i hodgâmınızla o muhterem vücudlara Allah’tan korkmaksızın nasıl kıydınız? Onlar da sizin gibi ana baba yavrusu, evlâd u ıyâl sahibi, vatan ve millet hadimi idiler. Yüreklerinizde bir zerre-i terahhum hissetmeksizin nasıl bu zavallıları hedef ettiniz? Bu hareketlerinizle devletimizin kudret ve satvetini teşkil eden itaat-ı askeriyeyi ihlâl ederek şevket-i İslâmiye’nin inhitatına hizmet etmiş oldunuz ki dava ettiğiniz şeriata hıyanettir. Binaenaleyh eğer yüreklerinizde henüz bir zerre-i hamiyet ve diyanet mevcud ise hain ellerle hareket etmekten vazgeçip istiğfar ederek zabitlerinizin emr ü kumandası tahtına giriniz, yoksa din ve millet nazarında ebediyen lanete müstehak olacaksınız.



(Musavver Muhit, 1325)

[Günümüz Türkçesine çeviren: beyzade25]

9 Nisan 2012 Pazartesi

31 Mart Olaylarına Dair - 1


Geçen Salı günü İstanbul halkı hiç kimsenin beklemediği büyük bir olay karşısında kendini buldu. Şehir, askeri bir kıyamın tam ortasında kalmıştı. Akıl sahipleri bunun vahim sonuçlarını anlayarak derin bir üzüntü ve ümitsizlik içinde iken, maksat ve gaye itibariyle aldanmış birtakım asker kardeşlerimiz Ayasofya meydanında toplanarak “Şeriat isteriz!” seslerini etrafa yaydılar ve bununla beraber çevreye korku ve dehşet saçtılar.

İstanbul sanki bir velvele-i fetret içindeydi. Ayasofya meydanında toplanan askerler heyet-i vükelâyı istemiyorlar, idare-i meşrutanın memlekete getirdiği alışkanlıkları reddediyorlar ve yalnız “Şeriat isteriz” talebinde bulunuyorlardı.

Hükümet, kurşunla süngüyle istenilen bu beyanı – kan dökmemek emeliyle – o gün hemen kabule meyilli göründü. Harbiye Nezaretinde mevcut olup henüz askeri itaatten ve hükümete bağlılıktan ayrılmamış olan süvari ve nişancı alay ve taburlarına ait bazı müfrezelerle Ayasofya’da toplanan asker kardeşlerinden Bâb-ı Seraskeri cihetine gönderilen kuvvetler arasında meydana gelen silahlı çatışmada bazı kayıplar ve yaralılar olduğundan dolayı heyet-i sabıka-i vükelâ istifa etti. Hilmi Paşa kabine ile toplu olarak istifa etti, Meclis-i Mebusan reisi Ahmet Rıza Bey istifaya mecbur edildi. Ahkâm-ı münife-i şer’inin (şeriatın yüce hükümleri) bundan böyle noktası noktasına mevki-i tatbike konulacağına ve şu kıyam-ı askerînin müsebbibleri ve bu üzücü olayların failleri hakkında aff-ı umumî iradesine sudur ettiğine dair başkâtip Cevat Bey vasıtasıyla tebligatta bulunulduğu halde erbâb-ı kıyam buna da razı olmayarak icraat talebinde bulundular. Erbâb-ı iz’ân (akıl sahipleri) bunda dehşetli bir irtica tertibinin mevcut olabilmesine ihtimal verdi. Nitekim meydana gelen olaylar bunun haksız bir fikr-i tarafkirâne olmadığını da gösterdi. Bu muvaffakiyet-i fevkaladenin neşvesiyle sermest olan erbâb-ı kıyam “şeriat isteriz” feryadıyla ortalığı çınlattıkları sırada elli bin Osmanlı’nın şura-yı millette vekili olan Mehmet Arslan Bey’i tabur ateşine maruz bırakarak katlettiler. Bu şehidin kusuru Hüseyin Cahit Bey’e benzemesinden ibaretmiş. Demek Hüseyin Cahit Bey’in katli şer’an caiz! Adliye Nazırı Nazım Paşa nezaret dairesinde katledildi. Bahriye Nazırı Rıza Paşa ayağından vuruldu.

(Musavver Muhit, 9 Nisan 1325)

[Günümüz Türkçesine çeviren: beyzade25]



31 Ocak 2012 Salı

Abdülhamid Han-ı Sâni'nin Irtihâli


Dünkü Cenâze Merasimi
Cenâze sabahleyin ezânî saat dört buçuk raddelerinde Beylerbeyi Sarayı'ndan Bahriye Nezâretinin tahsis ettiği istimbota irkâb olunarak Sarayburnu'na isal ve oradan Topkapı Sarayı Hümayununa nakledilerek techiz ve tekfini bilâhere öğleden sonra Hırka-i Saadet Daire-i Fahiresinde cenâze namazı eda edilmiş ve saat dokuz raddelerinde alayın tertibine başlanmıştır.

Cenazenin önünde süvari polis me'murları, süvari asâkiri, inzibat-ı askeri me'murları, bahriye musıkası, bahriye muhafız taburu, itfaiye alayı bulunuyor ve tüfekli olanlar namlularını baş aşağı tutuyorlardı.(1) Bundan sonra Harbiye Nezâreti musıka takımı, harem-i hümayun ihvanı ve zülüflü teberdaran, Şazelî ve Mevlevî dergâhları meşayih ve dedegânı, önünde dâr-üs saâde ağası, arkada hazine-i hassa-i şahane ve hazine-i hümayun erkânı me'murini, imam-ı evvel, imam-ı sâni-i hazret-i şehr-i yâri efendilerle merhumun bendegânı bulunuyordu. Bundan sonra teşrifat müdürü Memduh Bey Efendi önde olduğu halde elbise-i resmiyelerini labis veliaht-ı saltanat devletlü necabetlü Vahideddin Efendi Hazretleriyle bilumum şehzâdegân, merhum müşarunileyhin mahâdimi, damat paşa ve bey efendiler, ba'de teşrifat müdür muavini Fuad Bey efendi önde bulunduğu halde elbise-i resmiyelerini labis Hidiv-i Mısır Abbas Hilmi Paşa Hazretleriyle Sadrazam Paşa Hazretlerinin vekili ve Harbiye Nâzırı Enver Paşa, Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi, Âyân ve Mebusân Reisleri Bey Efendiler Hazeratıyla sair vükela-yı fehham, süfera-yı ecnebiye, sefaret baş tercümanları, ateşemiliterleri, mabeyn-i hümayun erkân-ı me'murininden bazıları, teşrifat me'muru Talat Bey önde bulunduğu halde ümera-yı askeriye, İttihad ve Terakki Cemiyet-i merkez-i umumi a'zaları, sair cemiyetler ve zevat-ı saire cenâzeyi takip etmekteydi. Güzergâhta binlerce ahali alayı temaşa ediyordu. Cenaze bu suretle Divanyolu tarikiyle Cennetmekân Sultan Mahmud Han Hazretlerinin türbelerine nakl ve türbe derununda tahsis edilen mahalde rahmet-i ilahiyeye tevdi' edilmiş ve hazır bulunanlar merasim-i ta'ziyeti ifa ederek avdet etmiştir.


(Vakit Gazetesi, 12 Şubat 1918)

[Günümüz Türkçesine çeviren: beyzade25]
(1) Tüfeğin namlusunun aşağıya dönük şekilde tutulması "yas" tutulduğunu gösterir.