7 Şubat 2013 Perşembe

Zaro Ağa'nın Bilmediğimiz Tarafları


Zaro Ağa Son Demlerinde Okumak Öğrenmek İçin Bir Hoca Tutmuştu

İhtiyarlar Kralı Ömründe İçki İçmemiş, Yalnız Bir Kere Amerika’ya Gittiği Zaman..




Dün Zaro Ağa’nın kızı Güllü Hanım’ın oturduğu eve gittim. Kadıncağızın derdi biraz hafiflediği için babasına dair sorulan şeyleri doğru dürüst anlatıyordu. Fakat Güllü Hanım’ı ve diğer akrabalarını dinledikten sonra hayret ettim. Meğer Zaro Ağa’nın bilmediğimiz ne çok hususiyetleri varmış.
Güllü Hanım ikide bir de:
- Yetim kaldık işte!.. diye söze başlıyordu. Başka akrabaların da yardımıyla Zaro Ağa’nın hayatının karanlık noktalarını deşiyorum:
- Ah!. Ah!. diyorlardı. Öyle akıllı, öyle bilgiç insandı ki sorma efendi. Her şeye merakı vardı. Her şeyi öğrenmek isterdi. Bir gün Ağa’ya bir yerden mektup geldi. Okutmak için birisini aradık. Bulamayınca:
- Ben artık okuyacağım, dedi.
Biz:
- Zaro Ağa.. Sen artık yaşını başını aldın, vazgeç bundan!.. dedik ama dinlemedi. Kahvede Ahmet Efendi adında birini kendisine hoca yapmış. Hani para ile değil. Hatır için.. Ahmet Efendi’nin bir küçük oğlu vardır. O da Ağa’ya bir kitap vermiş. Ama işte eceli vefa etmedi. Tam yazıyı az buçuk sökeceği zaman hastaneye yattı. Kuş gibi uçtu gitti. Her şeyi öğrenmek isterdi.
- Ağa nasıl eğlenirdi? Acaba hiç içki içmiş mi?.
- Ne?. İçki mi?. Tövbe.. Tövbe ya Rab.. Ağa ömründe ağzına rakı koymamıştır. Yalnız bir kere Amerika’da o da kendisi bilmeden muz şurubu mu? Muz likörü mü nedir? Bilmem ki.. İşte ondan içmiş.. İçtikten sonra tükürmüş, tükürmüş ama fayda etmemiş.. Hep:
- Tüh.. Tüh.. Bilmeden başımızı günaha soktuk.. der dururdu.
- Peki nasıl eğlenirdi?
- Kahveye giderdi. Torununun kahvesi vardır. Orada oturur, uzun uzun gezdiği yerleri anlatırmış. O kendisine eğlence bulurdu. Torununun torunu ile çok oynardı. Sakalını küçük torununun yüzüne sürüp onu kızdırmayı çok severdi.
Hakikaten bunu ben de hatırlıyorum. Amerika’dan geldikten sonra eve girer girmez ilk işi bu torununun torununu yakalamak, sakalını sürerek onu cıyak cıyak bağırtmak olmuştu.
Son zamanlarda Amerika’dan bir mektup gelmişti ya.. Bu mektup cevaplı idi. Zaro’dan gelip gelmeyeceğini soruyorlardı. Zaro çok düşündü:
- Gitsem mi? Gitmesem mi? Diye herkese sordu. Nihayet bir zamanlar:
- Haydi gideyim!.. diye gezdi, dolaştı, gitmek istiyordu da.. Amerika’da giydiği kara elbiseleri ilk günler sandıktan çıkarıp evin içinde giyer, öyle dolaşırdı..
- Haydi sokağa çıksana.. deyince de kızar:
- Ben maskara değilim!.. derdi.
Uzun kara esvaplar öyle yakışırdı ki vallahi efendi dünyada ona 159 yaşında demezdin. Bir kere onun gönlünü yaptılar, bu kıyafetle daireye götürmek istediler. Tophane’ye kadar gitmiş, kahvede:
- Aman Zaro Ağa.. Böyle gitme seni müdür zannederler, demişler.. Geri döndü, soyundu. Elbiselerini de öteye beriye dağıttı.
- Sahiden evlenmek istiyor muydu? Mütemadiyen evlenmekten bahseder dururdu.
- Yok efendi yok.. O şakacı adamdı. Şakayı çok severdi. Ne evlenmek isterdi ne bir şey.. O gazetecilere böyle söylerdi ki latife olsun diye.. Yoksa biz kaç kere ona söyledik:
- Ağa dedik.. Kudret Hanım da öldü. Kudret Hanım eski karısı. Sen yalnız kaldın. Bakılmak istersin. Gel seni evlendirelim.
- Yok.. Yok.. İstemem.. dedi.
Ona kısmetler de çıktı. Ağa ile evlenmeğe kalktılar. O :
- Ben bu yaştan sonra evlenmem! dedi.
- Belki kısmetleri ihtiyardı?
- Gençleri de vardı ama evlenmek istemiyordu. O latife olsun diye evlenmek isterdi.
Hey gidi koca Zaro hey.. Biz de seni yüzü ergenlikli, evlenmeye can atan 18 yaşında bir delikanlı hislerini taşıyor zannederdik!

(Hikmet Feridun, 1934)

28 Ocak 2013 Pazartesi

Eyüplü Deli Hidayet

Eyüp Sultan'ın sayılı ve namlı abdallarından bir Deli Hidayet vardır ki bir dakika çenesinin sustuğu görülmez. Mütemadiyen zır zır söyler. Gündüz, gece her sokağı dolaşır, her çeşme başında başını, kollarını, göğsünü yıkar. Yaz, kış incecik keten bir ceket arkasında.. Göğüs bağır al açık.. Ayaklarında  yırtık pırtık bir ayakkabı.. Püskülsüz, ağarmış yağlı fesi koltuğunun altına sıkıştırmış, ellerinde yemiş ve yiyecek çıkınları.. Bir kâse, bir kaşık.. Her arzu ettiği yerde bir mola verir, her çaldığı kapı teyzesinin evidir. "Teyze bu akşam bana ne vereceksin? Hani fotinler? Sen de yalan söylüyorsun, yarın akşam hazırla e mi? Unutma." Böyle ekseri evleri dolaşarak akşamı eder ve gece yarılarına kadar sokak sokak dolaşmaktan bıkmaz usanmaz.

Sonra Eyüp'te ne kadar tekke var hepsine müdavimdir ve tekkeden çıkınca göz aşinalarından birine rast geldi mi ilk işi: "Neden balçığa gelmedin ne güzel oldu. Hoş ben de olmayaydım falso edeceklerdi ya. Yarın akşam Selami'ye gel, olmaz mı?" der ve yerlere bakına bakına omuzlarını aşağı yukarı indire kaldıra bir sarhoş gibi iki tarafa yalpa vura vura yürür.

Her semtin her devirde yetiştirdiği söz dinlemez haşarı sokak döküntüleri vardır. Bizim semtin bu nev'i yumurcakları da harpten evvel Hidayet'le "Deli Hidayet" diye eğlenirler, Ramazan'da ise "Hidayet oruç yiyiyor" diye arkasından bağırırlardı. Zavallı Hidayet oruçlu olduğunu anlatmak için her gece: "Efendi amca Hidayet oruç yiyor diyorlar. Bak dilime, oruçsuz muyum?" diye musallat olur ve ağız dolusu küfürlerle onlara mukabelede bulunurdu.

Harp içinde Hidayet'i kızdıracak yeni bir eğlence daha ihdas ettiler: "Hidayet ekmek satıyor." Bunu işitti mi bütün gılzetiyle taşar, ağza alınmayacak küfürler savururdu. Mütareke oldu ekmek bulundu, bütün o satış dalavereleri ortadan kalktı. "Hidayet ekmek satıyor" sözü bitmedi.

Geçen gün kahvede oturuyordum. Hidayet uzaktan sökün etti. Peşinde sürü ile haşerat. Aynı nakaratı tekrarlıyorlardı. Yumruğunu sallaya sallaya hızlı hızlı halka hitaben: " Herkes meyhaneye gider kimse eğlenmez. Sabırsızlık eder iki gün sonra salıverilir. Sabahtan akşama kadar kahvede kumar oynar. Biri çıkıp da: "Ayol nedir senin yaptığın bu kepazelik" demeye dili varmaz, ağzını açan bile olmaz. Sonra sen tekkeye gidersin abdal derler. Doğruyu söylersin deli derler. Bilmem ki ben de şaşırdım, ne yapacağım? Allah aşkına bu yumurcaklara söyleyin peşimi bıraksınlar. Ben deliyim de bunlar akıllı mı? Bunlara anaları evde terbiye vermezler mi? Sokaklardan köpekleri toplayacaklarına bunları toplasalar ya? Bunlardan ne hayr umulur?" Ben daha fazla dayanamadım, deli deli diye eğlendikleri bu adamın ağzından çıkan bu doğru ve haklı sözler karşısında başımı önüme eğdim ve uzaklaştım. O, coşmuş ve köpürmüş tavrıyla hâlâ anlatıyordu.

(11 Ağustos 1337)

[Günümüz Türkçesine çeviren: beyzade25]

18 Ocak 2013 Cuma

Devletimizin Neden Bir Arması Yok?

Armalar bir anlamda bir ülkenin prestiji olarak düşünülebilir. Bir çok ülkenin bayrağının yanı sıra arması da mevcuttur. Fakat bizim bir armamız her nedense yok! Osmanlı Devleti'nin de bir arması vardı, malumunuzdur, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir arması hâlen daha yok.. 
Bundan 86 sene önce yani 1927'de gazetelerde en seçkin bir "devlet arması" oluşturulması için Maarif Vekâleti tarafından yarışma düzenlendiği ve içlerinden birisinin (Namık İsmail Bey'in yaptığı armanın) benimsendiği yer alır. Bu arma ortada Türk bayrağı, bayrağın hemen üstünde bir meş'ale, bayrağın altında bir bozkurt, en altta Osmanlıca harflerle "T.C." ve yanlarında buğday ve yapraklar olmak üzere tasarlanmıştır. Bu arma birinci seçilmiştir ama hiç kullanılmamıştır.
6 Kanun-i Sani 1927 tarihli Cumhuriyet gazetesinde şu haber yer alır:
"Armamızın Kabul Edilen Şekli
Yeni armanın Türkiye Cumhuriyeti'ni, bütün güzelliğiyle temsil edebilmesi için daha canlı ve daha san'atkârane bir tarzda teressümü lazımdır."

1 Ocak 2013 Salı

28 Aralık 2012 Cuma

Karı Dırıltısından Ölen Halil Ağa

Yanlış hatırlamıyorsam Merkez Efendi Mezarlığı'nda yer alıyordu.. Karıları ve annesinin çekişmeleri arasında hayatından bezmiş olan Halil Ağa, ölmeden vasiyet etmiş sanırım mezar taşıma karı dırıltısından öldü yazın diye.. Ve öyle de yapmışlar nitekim..
       Mezar taşının eski bir fotoğrafı                                                        Mezar taşının günümüzdeki hâli

Mezar taşında yazanlar:
El-Bâki
Merhûm ve mağfûr ila rahmeti rabbihil gafûr
Karı dırıltısından vefat eden es-seyyid Halil Ağa'nın
Ruhuna Fatiha 
Sene 1260 (Miladî 1844)

4 Aralık 2012 Salı

Köse Raif Paşa

Raif Efendi köse bir zât imiş ve zamanında paşa olmuş.. Münif Paşa ise Raif Paşa'nın bu durumunu mizahî bir şekilde şöyle anlatmış :

Üç tuğlu vezir olurmuş evvel
Üç tüylüsü şimdi oldu peydâ
Üç tuğ ile üç tüyü kıyas et
Devlet ne imiş, ne oldu hâlâ..