14 Temmuz 2016 Perşembe

Bekri Mustafa


Memleketimizin her tarafında bu ismi tanımadık kimse yoktur. Yüzlerce senelerden beri Karagöz oyunlarında görerek, mangal başında büyük ninelerin masallarında dinleyerek Bekri Mustafa ismiyle muvaneset etmemiş bir çocuk nadirdir. Bu kadar maruf ve meşhur olan Mustafa Ağa - o zamanlarda tahsil ve terbiye görmüş olanlara da ağa deniliyordu - gece ve gündüz işrete müdavim olduğu cihetle "Bekri" diye iştihar etmişti. Leyl ü nehar sermest bulunan bu zat zamanının hoş sohbet zürefâsından olduğundan dillerde yüzlerce hikâyât ve letâifi ile cümlenin aşinâsı bulunmuştur.

Bekri Mustafa Dördüncü Murad devrinin meşahir-i zürefâsından ve yorgancı esnafından Ahmed Ağa namında bir zatın mahdumu olup Kadırga yakınlarında Cündi Meydanı ile Küçük Ayasofya Cami-i şerifi arasında bir hanede 1010 sene-i hicriyesinde tevellüd etmiştir.

Pederinin hal ü vakti müsait olduğu cihetle Mustafa çocukluğu zamanını refah içinde geçirmiş ve beş yaşında iken Küçük Ayasofya Cami-i şerifi ittisalindeki mahalle mektebine verilerek orada mushaf-ı şerifi hatim etmekle beraber mukaddemat-ı ulumi  gördükten sonra Bayezid Cami-i şerifinde medrese derslerine devam ettirilmiş ve epeyce ilim tahsil eylemiştir.Mustafa'nın on altı yaşında olduğu sırada pederi Ahmed Ağa soğuk algınlığı neticesinde yataklara düşmüş ve sonrasında vefat eylemiştir. İki sene sonra yani Mustafa on sekiz yaşında olduğu sırada validesi de vefat etmekle tek başına kalmış ve işte bu esnada bazı arkadaşlarının ibram ve ısrarı üzerine ilk defa olarak Kumkapı'da Ermeni milletinden Agop'un işletmekte olduğu Gedikli meyhanesine giderek işrete başlamıştır.

Bekri Mustafa henüz genç denilebilecek yaşta yani kırk bir yaşında iken dört-beş gün süren bir hastalığı müteakip vefat etmiş ve cenazesi, vasiyeti mucibince, o zamanlarda müdavimi bulunduğu Balıkpazarı meyhaneleri civarında kain kabristana defnedilmiştir. Bilahare mezkur kabristan kaldırılıp yerine dükkân ve çarşılar inşa edilmiş ise de Bekri Mustafa'nın kabri, hürmeten yerinde bırakılmıştır.Bu mezar el-yevm Yemiş İskelesi'nde Kasımpaşa Sokağı'nda Hasan Çavuş nam zatın üç numaralı dükkânının arkasındadır. Mürur-i zaman ile zarar gören mezarı 318 senesinde o civar esnafının cem eyledikleri iane ile tamir ve müceddeden taş rekz edilmiş olduğundan bugün mamur bir halde bulunmaktadır.

İşte  Bekri Mustafa'nın letaif ve hikâyâtından birkaçı:

İşte Böyle Yuvarlarım!
İşretin memnu' olduğu bir zaman Bekri Mustafa'yı bir meyhanede içerken tutarlar ve inkâra mahal kalmaması için şişesini, kadehini beraberr alıp Bostancıbaşı'nın huzuruna götürürler. Meğer Bekri Mustafa'yı yakaladıkları zaman şişenin dibinde biraz rakı kalmış. Bostancıbaşı şişeyi elinde sallayarak:
- Be adam! Şu zıkkımı nasıl içersin! deyince Bekri Mustafa şişeyi ve kadehi eline alıp:
- Efendim işte böyle, ibtida şişeyi elime alırım, sonra kadehe boşaltırım. Kadeh dolduğu gibi kaldırır ve yuvarlarım! demiş ve artan rakıyı da Bostancıbaşı'nın huzurunda içmiş.

Ziyan Olmasın!
Bekri Mustafa nasılsa bir gece hasta olur ve hekim celp olunur. Hasta muayene edilir:
- Artık ümit yok kendisini rahat bırakınız deyince Bekri Mustafa yorgandan başını çıkararak:
- Öyle ise dışarı çıkın da mumu söndürün ziyan olmasın, der.

Besmele İle İçmezmiş
Bir gün Bekri Mustafa Ağa'yı karakola Bostancıbaşı'nın huzuruna götürmüşler. Bostancıbaşı Bekri Mustafa'ya:
- Senin şarabı besmele ile içtiğini ahali şikayet ediyor demesi üzerine Bekri Mustafa hiç telaş eseri göstermeyerek:
- Aman ağa ben suyu içerken bile aklıma besmele gelmez nerde kaldı ki şarap içerken hatırıma gelsin! demiş.

8 Temmuz 2016 Cuma

O Eski Hücreye Benzer Ki yahut Aşk* - Ahmet Haşim


Ziyâ-yı şemse kapanmış bütün deriçeleri
Bir öyle hücreye benzer ki ömrümün kederi

Gubâr-ı ye's ü fenâ sinmiş orda elvâna
Emel, heves bırakılmış sükût u nisyâna

Bütün hadâik-i histen o toplanan ezhâr
Uyur mekâbir-i minâda bî-ümid-i bahâr

Bu pembe gül, bu karanfil ağır ağır solmuş
Üzerlerinde değiştikçe her mükedder kış

Ocak harâb u tehi.. Lamba? Kimsesiz, a'ma
Bu semt-i hasta eder hüzn ü uzleti imâ

Soluk cidâra asılmış durur garik-i melâl
O çehreler ki uyur gözlerinde eski hayâl

O eski hücreye benzer ki ömrümün kederi
Çekilmiş ufk-ı teselliye karşı perdeleri

Evet bu hücreye benzer şebâb-ı muhtazırım
Düzeltecek ele hicrân içinde muntazırım

Ahmet Haşim

Yıllar önce Osmanlı Türkçesi ile yayınlanmış bu şiirin adı "Aşk" olarak geçiyor. Yine bir başka husus da bu şiirin en son beyiti.. Şerif Hulusi'nin Mayıs 1967 baskılı "Ahmet Haşim, Hayatı, Sanatı ve Seçilmiş Şiirleri" kitabında dahi bu son beyit yer almamaktadır. Belki de ilk defa bu şiirin bu beyitini biz ortaya çıkarmış bulunuyoruz.

24 Haziran 2016 Cuma

Bir Dalavere Hikâyesi


Yatsıdan sonra mahalle kahvesinin ocağa yakın bir köşesinde imam efendi nargilesini içerken, Kızanlıklı Fevzi Ağa yanına sokuldu, usulca:
- Hocam, dedi. Sana bir şey danışacağım.
- Nedir?
- Allah hayırlara tebdil etsin, ben dün gece bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşallah, anlat bakalım!
- Yeşil bir bahçelik içinde, bir su başında otururken yanıma ak sakallı, nurani bir derviş geldi. Eliyle omuzumu tutarak: Ya Kızanlıklı Fevzi, dedi, kapa gözünü!.. Kapadım, bir saniye geçmeden:  Aç!.. dedi, açtım ki Gümüşsuyu mezarlığının üst başındaki servilik içinde bir mezar taşının yanındayım, işte senin kısmetin bu taşın dibindedir, dedi, yarın sabahleyin gider, orayı kazar, kısmetini alırsın!
- O halde bunu kimseye söyleme, yarın sabah erkenden git oraya bir yokla bakalım!..
Kızanlıklı Fevzi Ağa'nın imam efendiye anlattığı bu rüyayı, ocak başından aynen duyan çırak Kenesetli Abdi, içinden: Oğlan, dedi, şu heriften evvel ben gidip orayı bir yoklayayım..

Ertesi sabah Abdi gayet erken oraya gitti, taşın dibini, etrafı araştırdı, hiç bir şey bulamadı. O zaman kendi kendine:
- Ben de amma enayiyim ha! dedi. Yabanın budalasının sözüne inanıp da bu soğukta, bu yağmurda buraya geldim.
Tam geriye dönerken aklına müthiş bir şeytanlık geldi. Elini cebine soktu, ne kadar parası varsa çıkardı, bir mendile sardı, mezar taşının kovuğuna soktu ve arkasına bile bakmadan oradan savuştu.

O gece kahvede imam merakla Fevzi Ağa'ya sordu:
- Nasıl, gittin mi bu sabah?
- Gittim ama bir şey bulamadım.
- İyice araştırdın mı?
- Çok araştırdım.
- Belki toprağa gömülüdür, sen yarın sabah bir kazma al da git, oraları kaz! İhmal etme, boş değildir bu rüya!..
- Bakalım kısmet ise çıkar. Yarın da öyle yapayım.
Halbuki Fevzi Ağa imama yalan söylüyordu. Kenesetli Abdi'nin mendile sarıp bıraktığı yedi yüz elli küsur kuruşu almış, hatta dönüşte bunun yüz kuruşunu da dilencilere dağıtmış ve bu akşam yatsı namazında dervişin tekrar görünmesi için dua bile etmişti..
Gündüzleri rençberlikle geçinen Fevzi Ağa o mahallenin tenha bir sokağında viran bir evin alt katında kimsesiz otururdu. Bir oğlu vardı, o da askerde idi. Bu gece mutadın hilafına eve erken geldi, erken yattı. Yatakta bir iki saat kadar kendisini uyku tutmadı, aklı fikri hep dün geceki dervişte idi. Mütemadiyen okuyor üflüyor, bir an evvel uyuması için zorla gözlerini kapıyordu. Gece yarısına doğru tam biraz dalmıştı. Kulağına bir ses gelir gibi oldu:
- Ya Kızanlıklı Fevzi!
Evvela bir mana veremedi, karanlıkta biraz şaşkın şaşkın bekledi, acaba hayal mi dedi. Sonra ses tekrar etti:
- Ya Kızanlıklı Fevzi!
Korku, tevekkül, ümit karışık bir halde kalktı, pencereye koştu.
- Ya Kızanlıklı Fevzi!
- Efendim, kimsin sen, ne istiyorsun?
- Beni tanıdın mı?
- Hayır!
- Ne çabuk unuttun, daha dün gece görüşmedik mi, pencereyi aç da bak, tanırsın!
Pencereyi açtı, başını dışarı uzattı, baktı ki bahçenin bir kenarında koca kavuklu, saçlı, sakallı bir derviş.
- Aman Dede Sultan, affedersin.. Şey..
- Dediğim yere gidip emanetini aldın mı?
- Aldım Sultanım, aldım.
- Aldın ama yanlış almışsın. Benim sana tarif ettiğim mezartaşı, daha iki yüz elli adım ileri gidip sağ taraftaki kırk merdiveni çıktıktan sonra karşına gelecek yeşil parmaklıklı türbenin arkasında idi. Sen yanlışlıkla bir dul kadınla iki yetimin nafakalarını almışsın. Korkarım ki onların bedduası seni perişan eder. Onun için o aldığın paranın daha beş mislini üstüne zammeyle, götür, şimdi oraya bırak ve yarın, akşam ezanı okunurken tarif ettiğim yere git, kendi kısmetin olan elli adet Mahmudiye altınını al!.. İşte ben gidiyorum..

Ertesi gece imam tekrar Fevzi Ağa'ya sordu:
- Ne yaptın, bugün gittin mi?
- Gittim ama benim bu işe aklım ermedi.
- Neden?
Fevzi Ağa yana yakıla bütün macerayı anlattı ve sonunda:
- Ben sanıyorum dedi, yine yanlış yere gittim. Umarım ki o zat bu gece gelip yine bana gözükür, bakayım, sorayım da neresidir? İyice anlayayım!..
Sonra Abdi'ye döndü:
- Bana bir soğuk su verir misin!
Abdi suyu getirdi, dedi ki:
- Ne o Fevzi Ağa, galiba bu akşam yağlı yemişsin, için yanıyor. Al bakayım tabakayı da bir sigara sar!..

Ahmet Haşim ve Piyale'si

Aramızda garip bir şair yaşıyor:
Şiirlerinin en harikulâdesini ekseriya nesirlerinde okuduğumuz Ahmet Haşim Bey.
Ahmet Haşim Bey (Aspirin Bayer) gibidir. Yani onu terkib eden unsurun reçetesi henüz çoğumuzca meçhul demek istiyorum.
Bu insanı hayli kere zakkuma, asit sülfürüne, cehennem taşına benzettim. Fakat muvaffakiyetli bir teşbih bulduğumdan hiç bir kere emin olamayarak!
Nefretle gurur ve aşka istihale etmek isterken yüzde doksan kin ve istikraha çevrilen bir hassasiyet onu kemiriyor.
Ahmet Haşim Bey'in mesut olmasına imkan yoktur. Fakat beşeriyet bu kadarıyla olmasa Ahmet Haşim büsbütün çıldırırdı sanırım. Zira o zaman hilkatindeki hicv-i tırpani ne bulup da ne doğrayacaktı? Halbuki Ahmet Haşim Bey'in bütün haz ve saadeti, tırmalayıp yırtabileceği hamakatlerle çirkinlikleri parçalamaktan ibaret gibidir. Belahet ve mümtaziyetsizlik karşısında ondan müthiş ne panter gördüm ne de yaban kedisi!
Ahmet Haşim Bey, fikirleri itibariyle edebiyatımızın Haccac-ı Zalim'idir desem caizdir.  Hamsi sürüsünü önüne katmış bir kılıç balığı gibi her gün belahetimize satır atmaktan keyif duyar. Onun zekâsı bir mevzuya döküldüğü vakit gözlerimizin önüne garip bir manzara geliyor: Güya bir şişe tuz ruhu yere düşüp kırılmış da ortalığı kemirmekle meşgul!
Ahmet Haşim Bey'in diğer bir hususiyeti:
Yeni olmak için eskiliği bırakmağa hiç lüzum görmemek. Türk edebiyatında yenilik için onun kadar müşkülpesend ve titiz, eskimiş ve tozlanmışın karşısında yine onun kadar hiddetli kimse yoktur. Bununla beraber Ahmet Haşim Bey üslup ve lisan itibariyle bugünün birçok teceddüdlerini sevmez ve bunlara karşı hiç de dost olmasa gerektir.

                                                              *
                                                           *    *

Gaflet ettim değil mi? Kârilere delilini gösteremeyeceğim birçok iddiayı birbirinin arkasına sıralamakta ne kadar isabet vardır? Bana sorsalar ki sıkılmış pamuk barutu haline getirdiğin adama iftira etmediğin ne malum? Onun hangi eserini göstereceksin ki iddialarınızı ispat için hüccet olabilsin? Vereceğim cevabı pek bilemiyorum! Zira bugün bahsetmek istediğim Piyale - Ahmet Haşim Bey'in yeni şiir cüzdancığı - büsbütün başka mahiyette. Gayet nefis eşyaya meraklı birisinin evinde vaktiyle fil dişiyle bağadan yapma bir kutucuk gördümdü. Bu kutu, küçücük ebadı ortasında adeta harikalar saklı durabilen bir müze gibiydi.
Şimdi Ahmet Haşim Bey'in küçücük Piyale'sini o kutucuğa benzetiyorum. Cidden ne ufacık şey. Hatta Piyale bile değil kuş suluğu! Lakin gradosu ne kadar yüksek bir ispirto ile doldurulmuş, insanı rüyavi bir şartrozla sarhoş ediyor, Piyale'yi iki haftadır cebimde taşıdım. Her yalnız kaldıkça onu açarım; bazılarını, senelerdenberi tanıdığım eserleri, tekrar okudum ve hatta bunu bazen nasıl yaptım bilir misiniz? Öksürük şekeri yer gibi!
Ahmet Haşim Bey'de yeniden dikkatimi uyandıran noktalar:
Lisanı eski, fakat taze. Bu lisan çok yaşamış fakat yıpranmamış, ihtiyarlamamış bir adama benziyor. Şiirleri fevkalade bir japon yelpazesi, bir fağfur-i kâse gibi eşya ile olan tersimi hasımlığını daima muhafaza etmekte ve anlaşılıyor ki Ahmet Haşim Bey hâlâ sanatı her türlü içtimai, siyasi ve ahlâki endişelerin çok üstünde tutan ve güzelliğin zerafet bahsinde diğer tali mülahazaların hiç birisine tahammül edemeyen titiz bir âbid, mutaassıp şiir sofisi ruhunu muhafaza ediyor. Hem de ne halis bir itikat ve sadakatle!

                                                             *
                                                          *    *

Ahmet Haşim Bey tekmil nükte ve manalarını bize birdenbire tevdi' eden gayet vâzıh şiirleri sevmiyor. Belli ki bu nev'i manzumeler onun gözüne ablak suratlı ve inceliksiz güzeller gibi amiyane ve kalın görünmektedir. O halde ne yapalım? Ahmet Haşim Bey'in bizim gibi tereddüdü yoktur.
İşte bir (Çaka) reisi gibi verdiği hüküm:
Vuzuhu kurşuna dizmeli! Aman zaman diye yalvardınız mı gösterebileceği azami müsamahakârlık şu: O halde şiir hududunun haricine! Bütün efradına rağmen hakperestâne bir asabiyetle titreyen bu satırlar çok güzeldir ve bazı uzak hakikatlere hayli yakın düşünceleri ihtiva ediyor. Mamafih azizliği sevsem Ahmet Haşim Bey'e şunu derdim: Şair dostum, mademki anlaşılmanın o kadar lüzumuna kail değilsin o halde meramını anlatmak için çektiğin bu kadar zahmet niçin ve ne sebepledir ki anlaşılamamaktan en zâlim ızdıraplar duyuyorsun? Gelelim küçük nazım parçalarına, bunlar hakikaten birer damla-yı ahenk ve renkli birer kıvılcım, bazılarını beraber okuyalım:

Parıltı
Ateş gibi bir nehir akıyordu
Ruhumla o ruhun arasından
Bahsetti derinden ona hâlim
Aşkın bu onulmaz yarasından
Vurdukça bu nehrin ona aksi
Kaçtım o bakıştan, o dudaktan
Baktım ona sessizce uzaktan
Vurdukça bu aşkın ona aksi.. 

Diğer:

Dönsek mi bu aşkın şafağından
Gitsek mi ekâlim-i leyâle
Bizden daha evvel erişenler
Ağlar bugün evvelki hayale

Dönmek mi? Ne mümkün geri dönmek
Düştüyse gönüller bu melâle
Bir eldir ufuklardan uzanmış
Zulmet bizi çekmekte visâle..

İşte bir nefise daha:

İşveyle fısıltıyla, gülüşle
Olmuş şeb-i sevda yine bî-hâb
Oklar gibi saplanmada kalbe
Düştükçe semadan yere mehtab.

Buseyle kilitlenmiş ağızlar
Göze neler eyler neler işrâb
Uçmakta bu ateşli havada
Vuslat demi bir kuş gibi bîtab..

Şu son kıtayı yukarıya yazdıktan sonra kendi kendime düşündüm. Ahmet Haşim Bey'in vuzuh hakkında söylediği sözlere muvazi birtakım mülahazalar acaba tenkit bahsinde de tekrar edilemez mi? Vaktiyle yine Ahmet Haşim Bey'in "Göl Saatleri" münasebetiyle söyledim, mesela bir vanilyanın kokusu yahut akan bir suyun sesi tahlil ve tenkit olunur mu?
Münekkid, şah eserler arasında ruhunun sergüzeştlerini anlatan adamdır diyen büyük zekâ ne doğru bir söz söylemiş! Huduttan çıkmayayım. Şimdi kârilere söylenecek en samimi lakırdı şundan ibaret:
Al oku ve mest ol!


(Fâzıl Ahmed, 1926)

18 Mayıs 2016 Çarşamba

Maarif Nişanı


Maarif Nişanı, Osmanlı Devleti'nde eğitim, sanat ve bilim alanında çalışmalar yapan kişileri ödüllendirmek için Sultan Mehmed Reşad tarafından 1910 tarihinde verilen bir irade ile oluşturulan şeref nişanıdır.
(Maarif Nişanı Birinci Rütbesi)

Maarif Nişanı Nizamname Layihası

Birinci Madde
Silk-i talim müntesibinine ve hidemat-ı maarifperverâneleri müşahid olan zevata i'ta olunmak üzere bu kere "maarif nişanı" namıyla bir nişan ihdas olunmuştur.
İkinci Madde
Maarif nişanı üç rütbe üzerine mürettebdir.
Üçüncü Madde
İşbu nişan kayd-ı hayat ile i'ta olunur.
Dördüncü Madde
Maarif nişanının birinci ve ikinci ve üçüncü rütbeleri zemini kırmızı mineli muhaddeb bir daire üzerinde alamet-i seniyye-i Devlet-i Osmaniye olan hilâl ve yıldızı ve hilâlin ortasında tuğra-yı hümayunu havi olacak ve hilâlin beyaz mineli zemini üzerine "ulum u fünun u sanayi-i nefise" ibaresi yazılacaktır. Birinci rütbesi yeşil mineden ma'mul defne dalı taklidi bir daire ile muhat olacak ve ikinci rütbesi de yıldız cihetinden iki kavis daire ve üçüncü rütbesi de yine yukarı cihetinden iki kavis ile muhat bulunacaktır.
Beşinci Madde
Maarif nişanının birinci rütbesi kenarları beyaz, ortası kırmızı kurdela ile gerdana, ikinci ve üçüncü rütbeleri aynı renkte kurdela ile göğsün sol tarafına ta'lik olunur. Birincisi otuz yedi milimetre, ikincisi otuz milimetre, üçüncüsü yirmi altı milimetre katrında olacaktır.
Altıncı Madde
Maarif Nişanı ile beraber berat-ı âlisi dahi testir ve i'ta olunur. Beratı olmadıkça hiç kimse bu nişanı ta'lik edemez.
Yedinci Madde
Muallimlerden maarif nişanının üçüncü rütbesine kesb-i istihkak edebilmek laakall beş sene silk-i talimde hüsn-i hizmet etmekle meşruttur. Üçüncü rütbesine ihraz eden muallimin hizmet-i talimiyeye devam şartıyla beş sene mürurunda ikinci rütbesine ve on sene sonra birinci rütbesine kesb-i istihkak ederler. Fakat muallimlikte on veya on beş sene hüsn-i hizmetleri görülmüş olanlara veya hidemat-ı maarifperverâneleri sebk edenlere bidayeten ikinci veya birinci rütbeleri dahi tevcih olunabilir.
Sekizinci Madde
Maarif nişanının bir rütbesinden diğer rütbesine irtika edenler aldıkları rütbenin madununda olarak kendilerinde bulunan nişanı red ve iade eyleyeceklerdir.
Dokuzuncu Madde
Meslek-i talimden sükutu müstelzim olan mücazat-ı kanuniye maarif nişanının hakk-ı ta'likini selb eder ve istirdadını mucib olur.
Onuncu Madde
"Maarif nişanı" hükûmet-i Osmaniyeye birer suretle hidemat-ı maarifperverâneleri sebk eden ecanibe dahi i'ta olunur.
Onbirinci Madde
"Maarif nişanı" maarif-i umumiye nezaretinin takdir ve inhası üzerine ba-irade-i seniyye-i hazret-i padişahi ihsan buyurulur.

13 Mayıs 2016 Cuma

Adakale'de

Tuna üzerinde beş yüz elli senelik Osmanlılıktan kalma bir eser..

Daha Birinci Murad'ın vasıl olduğu Tuna'daki hakimiyet-i nehriyemizin son izi..

Mevkisini görseniz cennete teşbih ederdiniz. Tuna'nın verdiği feyz ve bereketten en ziyade müstefid olan bir mevki şüphesiz ki bu Osmanlı adacığıdır. Ada pek büyük değildir, çevresini yarım saatte değilse kırk dakikada bol bol dolaşabilirsiniz. Ahalisi yedi sekiz yüzü buluyor. Evleri tahta perde içinde saklı olduğu için tarz-ı mimarileri hakkında malumat veremeyeceğim. Fakat sokaklarının genişliği bir metre ile iki metre arasında tahallüf eder. Ahalisi fakir addolunabilir. Mamafih hepsi çalışkandır. Ada içinde umuma ait olmak üzere iki bina bulunur ki birisi büyük ve müzeyyen hükümet konağı, diğeri de taştan binasıyla, güzel bir minber ve yekpare bir halısıyla adada birinci derecede ziynetli bulunan cami-i şeriftir. Caminin içinde mektep olmak üzere ayrılmış hususi odalarda iki muhterem sima küçükleri yetiştirmekle meşgul, her ikisine de gösterdikleri gayretten dolayı tekrar tekrar teşekkür borçluyum.

Hükûmet konağının arkasında kâfi miktar arazisi varken ve defaat ile Viyana Sefareti vasıtasıyla müracaat-ı resmiyede bulunulmuşken dört hükûmetin nokta-i iltisakında bulunan bu mevki-yi mühime bir hükûmet dairesi yaptırılmıyor. Viyana Sefareti dedim de hatırıma geldi: Adanın vaziyet-i hukukiye ve idaresi pek gariptir. Adanın müdürü bittabi diğer nahiye müdürlerinden farklı bir maaş alır. Müdürün bir kaymakam yahut mutasarrıf veya valiye tabi' olmayıp Viyana Sefaretine merbutiyeti ve bahusus bazen de bu defa olduğu gibi sâbık bir şehbenderin tayin edilmiş olması hükûmetin buraya layık olduğu ehemmiyetle baktığını zannettirirse de heyhat!.. Karşısında Orşova. Macaristan'ın en kıyısı olduğu halde asfalt kaldırımlarla, muazzam ve latif binalarıyla nazara çarparken, öbür tarafta Sırbistan'ın, Bulgaristan'ın, Romanya'nın muntazam kasabaları bulunurken, adanın bir metre genişliğindeki sokakları, tahta perde içindeki evleri, bir kulübeden daha küçük hükûmet konağı, bir müdür ile bir muallimden ve dört jandarmadan mürekkeb memurin kadrosu hakikati hemen gösteriveriyor. Hatta hükûmet-i sâbıka buraya asker göndermek zahmetinden kendisini kurtarmak için Avusturya'dan 45 neferle bir zabit gelmesine bile müsade etmiştir. Daha garip olmak üzere şunu da söyleyeyim ki adada daire-i askeriye bahçesinde senede üç dört gün Avusturya sancağı rekz olunur bir bandıra direği de vardır.

Bunun kadar teessüf vesilesi olacak bir şey daha varsa o da adanın dört tarafındaki askeri kumandanlık dairesinin hatta asker ikamethanesinin bizim hükûmet dairesinden pek büyük olmalarıdır. Adanın dört tarafındaki askeri karakol dairelerine karşın bu üç mevki-i resmiye karşı
-tekrar edeyim- bizim bir tek hükûmet dairemizle bir de camimiz var. Onların kırk altı askerine karşı bizim altı memurumuz bulunuyor. Yeni tayin olunan hâkim bile el-an gelmemiştir.

(Adakale'de müdüriyet dairesi ve heyet-i idare ile bazı muteberan)

Buranın bir de belediye meclisi vardır ki rastgelen dükkânda ve ekseriya bir kahvede in'ikad eder. Belediyenin senevi varidatı ancak on iki bin kuruştur. Bu para ile bir belediye dairesi yapılması mümkün olmadığı gibi bir belediye tabibi de bulundurulamıyor. Hatta Orşova'dan zaman zaman birkaç gün için bir doktor bile getirilemiyor. Ancak bir ibtidaî muallimi tayin edilebilmiş. Şayan-ı teşekkürdür. Çünkü her şeyden evvel muallime olan ihtiyaç takdir olunuyor demektir.

Su, adayı o kadar yiyor ki (i'tikâl) bir tarafının arzı hemen otuz, otuz beş metreye inmiş. Adanın etrafına rıhtım gibi bir şeyler yapmak na-kabil. Çünkü belediyede para yok. Birkaç seneye kadar adanın ikiye bölüneceğinden korkuluyor. Her sabah Tuna yükseldi mi diye defalarca sahile koşan bu zavallı halk hükûmetten bir miktar para istemeği akıl edemiyorlar. İ'tikâle karşı birkaç söğüt ağacı dikmek çaresi varsa da ne onu bulabiliyorlar ne de bulsalar esaslı bir mani' olabilecek.

Adanın ahalisi üç sanatla iştigal eder: Şekercilik, kayıkçılık, kaçakçılık. Burada bir gümrük memuru tayin etmek külfetinden kurtulmak için hükûmet ahaliyi diğer vergilerden olduğu gibi bu gümrük vergisinden de  affetmiştir. Onun için ahali Macaristan'da pahalı bulunan şekeri adalarına getirerek muahharen Orşova'ya nakledip külli bir kâr ile satarlar. Bu yüzden zengin olanları çoksa da fakirlere bu sanat kapalıdır. Bunu zenginler bir inhisar tahtına vaz' etmişlerdir. Kayıkçılık da başlıca vesait-i maişetten biridir. Şu kadar ki son zamanlarda getirilen bir Avusturya motoru bu ticareti de ehemmiyetsiz bırakmıştır. Tebaamızın şikayatı mesmu' olmakla beraber şiddetini el-an muhafaza etmektedir.

Burada reji tütünü de yoktur. Ahali kendileri tütün imal ederler. Bir fabrika vardır ki tütün imaline yetişemez. Ma'mulât teneke ve mukavva kutular içinde dört tarafa naklolunur. Tuna üzerinde işleyen vapurlarda tekmil kahveciler Adakaleli olduğu için bu tütünlerin gerek naklinde, gerek vapurlar derununda  bey'inde büyük bir âmil vazifesini görürler.

Adaya gelmezden evvel beş yüz elli senelik hakimiyet-i nehriye-yi Osmaniye'nin son parçasına koşmak, oradan Osmanlı puluyla etrafa mektuplar, kartpostallar yağdırmak istiyordum. Heyhat! Bu da boşa çıktı. Çünkü bir posta memuru tayin etmek adanın memurin bordrosuna zam vuku'nu icab ediyor.

Ada ziyaretçileri bu Osmanlı toprağına koşarak Osmanlılığın yirminci asırdaki medeniyetini görmek, Osmanlı parasını almak, Osmanlı puluyla etrafa mektuplar göndermek istiyorlar. Fakat hepsi de benim gibi hüsran-ı emele uğruyor. Burada Osmanlı parasını bereket olarak saklarlar. Bu parayı bilenler, nezdinde bulunduranlar diğerlerine naz ile gösterirler. Pulun bir tanesi bile bulunmaz. Mektuplar Orşova'ya, Macar postahanesine gönderilir. Hele ecnebilerin bizim medeniyetimizi görmek için buraya gelip sonra onu bütün memalikimize kıyas eylemeleri o kadar girandır ki..


Üsküp'te kalıplanmış fesim yollarda berbat olmuştu. Zannediyordum ki adada kalıpçı bulabileceğim. Yanılmadım, kalıpçı vardı, vardı ama kalıbı bir. O da benim işime yaramadı.

Müdür Refet Bey çalışkandır. Bir hükûmet dairesi, bir hapishane, bir posta merkezi yapmak istiyor. Fakat bizim o daracık bütçemizin te'kidleriyle beyhude araştırıp duruyor. Avusturya'nın 46 askeri için yapılmış hapishaneye karşı bizim bir mahkememiz, bir hâkimimiz bile yok ki sekiz yüz Osmanlı islamı için bir hapishane yapılsın. (İhtimal ki oradaki müslümanların seviye-i irfanları hapishane inşasına lüzum göstermemiştir.) Eskiden bir hâkim varmış, hükûmet dairesinde yer olmadığından nerede oturduğunu bilmiyorum. Fakat bildiğim bir şey vardır ki o da adi bir zelle-i lisaniye üzerine birinin idamına hükmetmiştir. Vakıa edilen şikayet üzerine hükûmet onu kaldırmış fakat yerine tayin edilen de el-an meydanda yok. Şer'i ve hukuki işlerden bir kısmını bu hâkim görecek. Fakat umur-ı hukukiye-i saire ile umur-ı cezaiye meclis-i idariye ait. Adada kavanin-i Osmaniye de cari değildir. Mesela ceza kanununun üç sene hapsine karar verdiği bir fiil için üç gün hapis kâfi görülür. Sonra yer olmadığı için mücrimin hapsi de pek müşkül olur da ikinci ve üçüncü günleri affolunuverir.

Müdür bey tahrir-i emlâke başladığını, tahrir-i nüfus yapmak istediğini söylüyordu. Fakat adalılar itiraz ediyorlarmış: Emlâkımızı tahrir etmeyin, vergi mi alacaksınız? Nüfusumuzu bilmeyin, askere mi alacaksınız? diyorlarmış. Çünkü bura ahalisi bütün vergilerden muaftır.

Dört jandarmamızın elbisesi Avusturya askeri elbisesi yanında o kadar fena ki sormayın. Ne ise bu sene hükûmet edilen ricalara karşı bir kışlık bir de yazlık elbise gönderebilmiş. Lakin bunların ne tüfenkleri ne de kasaturaları yoktur. Müdür bey bu dört kişinin yerine bir komiserle iki polisin gönderilmesini sefaret vasıtasıyla hükûmetimizden rica etmiş. Verilen cevap ise şu: Yüz altmış beş kuruş maaşları olan bu dört ihtiyar jandarma İstanbul'a isteniyor. Orada jandarma mektebinde okutulup ikmal tahsillerinden sonra adaya iade edileceklermiş. Halbuki Avusturya askeri büyük bir intizam gösteriyor. Muntazam kumandanlık dairesi, mükemmel asker ikamethanesi, güzelce karakollar yapılmış, temiz ve muntazam geziyorlar. Mamafih müdür ile beraber biz birkaç kişi gidiyorken nefer hiç beklemedi. Yüksek sesle bir "pardon"u müteakip safımızı yardı geçti. Hükûmetimiz arzu ettiği vakit çıkarmak üzere Avusturya askerini getirdiği vakit kaleyi onlara vermiş. Yıkılan bazı mevkileriyle bu kale bahçesini bugün asker kâmilen zapt etmiş bulunuyor. Buranın istifadesi kendilerine aittir. Hatta daha garibi bu kısm-i arazide vuku' bulan hadisat-ı hukukiye ve cezaiyeyi de kendileri halletmek isterler. Mesela bir hayvan buraya girse kıyametleri koparırlar. Müdüriyet hayvanların girememesi için nihayet buradan yola kadar duvar çektirmek mecburiyetinde kalmıştır. Bu mevkiden bir kısmını efraz ederek umumi bir park yapmışlar, adada hiç Avusturyalı olmadığı ve tekmil ahali İslam bulunduğu halde bahçede bulunan (Aviso) serlevhalı bir ilanda Türkçe bir kelime bile bulunmaz. Ezcümle sâbık kumandan askeri ikâmethanenin bahçesinde çiçekler ve Fransız hurufi ile Adakale yazdırmış. Yanına da ay ile yıldız yaptırmıştır ki müdür bey bilhassa bunu bize göstererek memnuniyetini bildiriyordu. Asker her üç ayda bir tebdil olunur. Müdüriyet bundan da beyan-ı memnuniyet eylemektedir.

Adada imparatorun hususi günlerinde ve diğer bir iki günde Avusturya bayrağı temevvüc etmesine de her nedense ötedenberi alışılmış, itiraz edilmiyor. Buna mukabil bizimkiler de bir şey düşünmüşler: Her cuma hükûmet dairesine çektikleri Osmanlı sancağından başka bir tanesini de minarede bulunduruyorlar. Güzel bir mukabele değil mi?

Ey Tuna üzerinde mütemevvic ve bulunduğun mevki-i dünya kadar mukaddes ve ulvî Osmanlı sancağı! Seni bir daha tebcil ederim.

(Üsküp Sultanisi Muallimlerinden 
Mustafa Muhsin, 1912)

12 Mayıs 2016 Perşembe

Sular Altında Bir Türk Adası: Adakale

Adakale, Romanya ve Sırbistan sınırını oluşturan bir noktada Tuna nehri üzerinde yer alan küçük bir ada idi. Ada idi diyorum çünkü bugün sular altında..

1691 yılında Osmanlı Devleti tarafından fethedilen ada, 1878 Berlin Antlaşmasına kadar Türk varlığını devam ettirmiş; el değiştirmesi beklenilirken antlaşmada adanın kime teslim edileceği unutulduğundan 1923 Lozan Antlaşmasına kadar yine Türk adası olarak kalmıştır. Nitekim 1923 Lozan Antlaşmasıyla adanın yönetimi Romanya'ya bırakılmıştır.
(Lozan Konferansında Meis Adası ve Adakale'nin Durumunun Görüşüldüğüne Dair Bir Gazete Küpürü)

Ada, yaklaşık olarak 160.000 m² idi. Adada bir rivayete göre 600, bir rivayete göre 800, bir rivayete göre de 1000 Türk yaşıyordu. Ahalinin tümü Türk ve müslümandı. Adada yaşayan Türkler geçimlerini kayıkçılık yaparak, tütün, şeker, lokum imalatı yaparak sağlıyorlardı. Ada üzerinde tek minareli bir cami, bir kale ve bunun yanısıra evlerle kahvehaneler yer alıyordu. 
(Adakale Camisi)

Adakale, 1967 yılında Romanya ve Yugoslavya'nın ortaklaşa inşa ettikleri Demirkapı Barajı'nın 1972 yılında tamamlanması ile birlikte sular altında kaldı. Adadaki Türklerin bir kısmı Bükreş'e, bir kısmı Köstence'ye, bir kısmı da İstanbul'a göç etti.

Adada yer alan mezarlar, kale ve bazı eserler bir başka ada olan Şimian adasına taşındı. Haberlere göre günümüzde bir Türk firması Şimian adasında Adakale'yi yeniden ihya etmeye çalışıyor. 

Aşağıdaki bağlantıları tıklayarak Adakale'nin eski görüntülerini izleyebilirsiniz:
Adakaleh
Son Ada: Adakale
Adakale Sözlerim Çoktur Belgeseli