Mecmua etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Mecmua etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Kasım 2017 Salı

Neşve Mecmuası Kasım 2017

Neşve Mecmuası Kasım sayısıyla karşınızdayız. İlgili bağlantıya tıklayarak 9.sayımıza ulaşabilir, dilerseniz indirebilirsiniz. Keyifli okumalar..
İndirmek için lütfen tıklayınız:

9 Ekim 2017 Pazartesi

Neşve Mecmuası Ekim 2017

Neşve Mecmuası Ekim sayısıyla karşınızdayız. İlgili bağlantıya tıklayarak 8.sayımıza ulaşabilir, dilerseniz indirebilirsiniz. Keyifli okumalar..
İndirmek için lütfen tıklayınız:

1 Şubat 2017 Çarşamba

Neşve Mecmuası Şubat 2017

Neşve Mecmuası Şubat sayısıyla karşınızdayız. İlgili bağlantıya tıklayarak 5.sayımıza ulaşabilir, dilerseniz indirebilirsiniz. Keyifli okumalar..

İndirmek için lütfen tıklayınız:

1 Ocak 2017 Pazar

Neşve Mecmuası Ocak 2017

Neşve Mecmuası Ocak sayısıyla karşınızdayız. İlgili bağlantıya tıklayarak 4.sayımıza ulaşabilir, dilerseniz indirebilirsiniz. Keyifli okumalar..

İndirmek için lütfen tıklayınız:

6 Aralık 2016 Salı

Neşve Mecmuası Aralık 2016


Neşve Mecmuası Aralık sayısıyla karşınızdayız. İlgili bağlantıyı tıklayarak 3.sayımıza ulaşabilir, dilerseniz indirebilirsiniz. Keyifli okumalar..

İndirmek için lütfen tıklayınız:

28 Ekim 2016 Cuma

Neşve Mecmuası Kasım 2016


Neşve Mecmuası Kasım sayısıyla karşınızdayız. İlgili bağlantıyı tıklayarak 2.sayımıza ulaşabilir, dilerseniz indirebilirsiniz. Keyifli okumalar..

İndirmek için lütfen tıklayınız:

26 Eylül 2016 Pazartesi

Neşve Mecmuası


Efendim, yıllardır takip ettiğiniz gibi blogumuzda paylaşımlarda bulunuyoruz. Aklımda epey zamandır kurduğum bir hayali gerçekleştirme bâbında ilk adımı attım ve kendi çapımda bir dergi hazırladım. Aylık olarak çıkarmayı düşündüğüm "Neşve Mecmuası"nı blog sitemizden indirerek okuyabilirsiniz. Gönül isterdi ki matbaada basılmış haliyle elimize alıp okuyabilelim ama şartlar gereğince şimdilik sosyal medya aracılığıyla pdf halinde okuyabileceğiz. Ha, dileyen tabiki çıktı halinde de alıp okuyabilir. Umarım dergimiz beğenilir ve devamı gelir. Fikirlerinizi yorum kısmına yazarak yönlendirme yapabilirsiniz. Keyifli okumalar ;)

İndirmek için aşağıdaki bağlantıya tıklayın:
Neşve Mecmuası Ekim 2016

30 Ağustos 2016 Salı

30 Ağustos Zafer ve Tayyare Bayramı

1926 yılı gazete ve mecmualarından 30 Ağustos Zafer ve Tayyare Bayramı..
30 Ağustos Zafer Bayramı Kutlu Olsun..






6 Ağustos 2016 Cumartesi

Bekir Ağa Bölüğü'nde Neler Gördüm? - 2 -

Haftada iki gün mevkufların aileleriyle temasına müsade edilmişti. Pazartesi ve perşembe günleri hariçten gelenler, merkez kumandanlığının müsadesini aldıkları takdirde mevkuflarla görüşebilirlerdi. Fakat bu müsade on beş dakikaya münhasırdı. Bu yüzden ne feci sahneler olurdu. Mülakat mahalli kapıdan girilince öne çıkan taşlıktı. Burada ancak beş on kişi görüşebilirdi. Halbuki içeride üç binden fazla mevkuf vardı. Ziyarete gelenler ekseriya kadınlar ve çocuklardı. Bunların kapıda yaptıkları sahneler çok müthişti. Sırası geldikçe bunlardan bazılarını naklettiğim zaman, kârîler bu sahneleri daha yakından göreceklerdir.


Her gün divan-ı harpler toplanıyor. Yüzlerce kişiyi muhakeme ediyorlardı. Muhakeme neticesinde idama mahkum olanlar koğuştan çıkartılıp bahçedeki inşaat koğuşuna indirilirdi. Buraya inen mevkuf cezasını bilir ve korkmaya başlardı.

Bekir Ağa Bölüğü'ne geldiğimin ikinci günü idi. Abdülhamid'in serhafiyesi Kabasakal Mehmed Paşa'yı bir araba ile getirdiler. Senelerce dediği dedik, emri emir olan bu adam, jandarmalar arasından Bekir Ağa Bölüğü'ne giderken bile saraya giden bir nâzır gibi kemâl-i azimetle yürüyor, etrafa yukarıdan dürbünle bakar gibi bakıyordu.

Paşa'yı kapıda biz karşıladık. İçeriye girer girmez bütün mevkuflar pürtecessüs gözlerini Hamid devrinin bu müheykel mümessiline atfettiler. Koğuşa girer girmez etrafına bir bakındı. Getirildiği yeri pek benimsememiş, beğenmemişti. Muhteşem kalın halılarla örtülmüş müzeyyen odalarda yaşamaya alışmış olan bu serhafiye, çıplak ve her türlü ve her sınıftan insanla dolu bu koğuşta biraz şaşırdı, etrafına hayretle bakındı. Sonra kendini topladı ve selam verdi. Huzuruna çıkmak bile mümkün olmayan serhafiyeye etraftan mukabele ettiler. Bazıları daha ileri gittiler:

- Vay Paşa Hazretleri, görüşmek nihayet burada mukadder imiş, dediler. Koğuş o kadar kalabalıktı ki burada paşaya bir yer bulmak mümkün olmadı. Kendisini aldık. Dış kapının sağ tarafında bulunan odaya götürdük. Burada Bediüzzaman Şeyh Said-i Kürdi yatıyordu. Şeyh Said, paşayı memnuniyetle karşıladı. Paşa azimetle içeri girdi. Hâlâ azimetli tavrını bırakmış değildi. Bizlere uşakları nazarıyla bakıyor gibiydi. Fakat sonra yavaş yavaş hakikatle karşı karşıya kaldıkça kendini büyük gören bu istibdat heykeli küçüldü. İnceldi. Vaziyeti anladı ve bir köşeye sindi.

Ben onu senelerce devletin büyük işlerine karışmış, umur görmüş, incelmiş yüksek bir adam zannederdim. Ona mevkisiyle mütenasip hürmette kusur etmiyordum. Halbuki bu debdebe ve haşmetin altında gizli olan kaba ve iğrenç Kabasakal meydana çıkmakta gecikmedi. Hâlâ Türkçe öğrenmemişti. Kaba bir Çerkes şivesiyle konuşuyor, etrafına emir vermeğe çalışıyordu. Bediüzzaman Şeyh Said, onu teselli etmek istedi:

- Müteessir olmayınız paşam, bu da geçer, dedi. Paşa kesik ve boğuk bir sesle cevap verdi:

- Evet öyle, insanın başından her şey gelir geçer. Fakat bunu söylerken başından ip geçeceğini hiç aklına bile getirmemişti.

Kabasakal ilk gecesini sakin ve sessiz geçirdi. Fakat aradan yirmi dört saat geçip de vaziyette bir değişiklik görmeyince sinirlenmeye, asabi buhranlar geçirmeye başladı. Elinde bir tespih mütemadiyen bir aşağı bir yukarı geziyor, konuşmuyor, Şeyh Said'in sözlerine baştan savma cevaplar veriyordu. Belli ki vaziyetin vahametini hissetmeye başlamıştı. İkinci günün akşamı bayıldı. İçeri koştuk, kendisini ayıltıncaya kadar hayli zahmet çektik.


O günden itibaren artık daha kendine gelmedi. Yatağının üstüne oturuyor, elindeki tespihi çekerek kendi kendine bir şeyler söyleniyordu. Şeyh Said her gün zeytin ekmek yerdi. Paşa böyle bir yerde yaşamaya alışmadığı için ne gelirken yemek getirmiş ne de burada yemek getirtmeyi düşünmeye vakit bulmuştu. Fakat Kabasakal geldikten sonra Şeyh Said'in zeytin sarfiyatı birdenbire kabarmıştı. Günde yüz dirhem zeytinle iktifa eden şeyhe şimdi günde bir okka yetişmiyordu. Nihayet bu zeytinini verirken sormaktan kendimi alamadım:

- Şeyh Efendi, ne çok zeytin yiyorsunuz!? dedim. Derdini dökecek bir adam arıyormuş gibi:

- Sorma, dedi. Benim yediğim yok. Ben ancak üç dört tane yiyorum, mütebakisini bu adamcağız yiyor.

Hayret ettim. Buraya gelinceye kadar bu adam acaba zeytin nedir görmüş müydü? Belki rakı masasında parmak gibi büyük zeytinleri meze olarak kullanmıştı. Fakat böyle zeytin ekmekle yaşamayı aklına getirmiş miydi? O vakit hatırladım. 319 senesinde 313 kur'asının terhisi esnasında, terhis edilen efradı görmek üzere Haydarpaşa'ya gitmiş, vagonları birer birer gezmişti. Neferlere nezaret eden bir yüzbaşıyı peynirli pide yerken görmüş ve elinden pideyi alarak yere atmış ve bağırmıştı:

- Böyle şey de yenir mi? Be herif, sende mide denilen şey yok mu? Milletin halinden bu derece bî-haber olan bu mütekebbir paşa, şimdi zeytin ekmeğe merhaba demeye mecbur olmuştu.

Kabasakal'ın muhakemesi süratle icra edildi. Divan-ı harbe bir defa sevk edildi ve daha birinci celsede idam kararı verildi. İdam kararı o vakit mahkumlara tebliğ edilmezdi. İdama mahkum olanlar gece yarısı koğuşlarından alınır, bahçedeki inşaat koğuşuna götürülür, ertesi sabah erkenden idam edilirdi. Halbuki divan-ı harb Kabasakal hakkında verdiği idam hükmünü kendisine bizzat tebliğ etti.

Divan-ı harbden çıktığı zaman rengi atmış, ayakları gevşemiş, yürüyüşünü şaşırmıştı. Kendisini aldık. Doğru inşaat koğuşuna götürdük. Gece yarısı paşayı idama götürecektik. Gecenin kalın zulmeti kalkmış, etrafı hafif ve donuk bir aydınlık kaplamıştı. İstanbul derin uykuya dalmıştı. Benim için bu idam vakası da yeni bir tecrübe olacaktı. İnsan asmak, adam öldürmek kolay bir şey değildi. Fakat vazifelerimden biri de bu idi. Hayatımda yaptığım işlerin belki de en fecisi bu idi. İlk gece birkaç kişiyi asmıştık. Onların bende yaptığı tesir o kadar feci idi ki yirmi dört saat kendime gelemedimdi. Ertesi gün idam işlerinden affedilmekliğimi rica ettiğim halde kabul edilmemişti, ikinci olarak da paşanın idamında bulunacaktım.

Elimizde beyaz gömlek, kelepçeler olduğu halde inşaat koğuşuna gittik. Paşa başı iki elleri arasında düşünüyordu. Bütün gece bu halde kalmış, uyumamış, hatta yatmaya bile lüzum görmemişti. Bizi görünce karşısında Azrail'i görmüş gibi yerinden sıçradı. Biraz sendeledi. Az daha düşecekti. Yanımdaki neferlerden biri koluna girdi. Paşa bir neferlere, bir bana baktı:

- Ne o evladım, diyebildi.. Beni de mi idam edeceksiniz?

Bunu söylerken sesi titriyor, ayakları ispazmuza tutulmuş gibi sallanıyordu. Ölümü hiç düşünmemiş, Azrail'i aklına bile getirmemişti. Sehpada ölmek onun aklına gelebilir miydi?
Paşa, bizim aldırmayıp kollarına kelepçeyi geçirmeye başladığımızı görünce:

- Bu saatte mi? dedi. Yarını bekleyiniz gün olsun.

Can ne kadar tatlı şeydir. Öleceğini biliyordu. Fakat birkaç dakika olsun kazanmak istiyordu. Teselli etmeye mecbur oldum:

- Korkmayınız, Paşam, dedim. Sizi zabitân koğuşuna götürüyoruz, sehpaya değil. Filhakika zabitân koğuşuna götürüyorduk. Fakat idama hazırlamak için. Zabitân koğuşuna girer girmez paşa işi anladı. Tazallüme başladı.

24 Haziran 2016 Cuma

Ahmet Haşim ve Piyale'si

Aramızda garip bir şair yaşıyor:
Şiirlerinin en harikulâdesini ekseriya nesirlerinde okuduğumuz Ahmet Haşim Bey.
Ahmet Haşim Bey (Aspirin Bayer) gibidir. Yani onu terkib eden unsurun reçetesi henüz çoğumuzca meçhul demek istiyorum.
Bu insanı hayli kere zakkuma, asit sülfürüne, cehennem taşına benzettim. Fakat muvaffakiyetli bir teşbih bulduğumdan hiç bir kere emin olamayarak!
Nefretle gurur ve aşka istihale etmek isterken yüzde doksan kin ve istikraha çevrilen bir hassasiyet onu kemiriyor.
Ahmet Haşim Bey'in mesut olmasına imkan yoktur. Fakat beşeriyet bu kadarıyla olmasa Ahmet Haşim büsbütün çıldırırdı sanırım. Zira o zaman hilkatindeki hicv-i tırpani ne bulup da ne doğrayacaktı? Halbuki Ahmet Haşim Bey'in bütün haz ve saadeti, tırmalayıp yırtabileceği hamakatlerle çirkinlikleri parçalamaktan ibaret gibidir. Belahet ve mümtaziyetsizlik karşısında ondan müthiş ne panter gördüm ne de yaban kedisi!
Ahmet Haşim Bey, fikirleri itibariyle edebiyatımızın Haccac-ı Zalim'idir desem caizdir.  Hamsi sürüsünü önüne katmış bir kılıç balığı gibi her gün belahetimize satır atmaktan keyif duyar. Onun zekâsı bir mevzuya döküldüğü vakit gözlerimizin önüne garip bir manzara geliyor: Güya bir şişe tuz ruhu yere düşüp kırılmış da ortalığı kemirmekle meşgul!
Ahmet Haşim Bey'in diğer bir hususiyeti:
Yeni olmak için eskiliği bırakmağa hiç lüzum görmemek. Türk edebiyatında yenilik için onun kadar müşkülpesend ve titiz, eskimiş ve tozlanmışın karşısında yine onun kadar hiddetli kimse yoktur. Bununla beraber Ahmet Haşim Bey üslup ve lisan itibariyle bugünün birçok teceddüdlerini sevmez ve bunlara karşı hiç de dost olmasa gerektir.

                                                              *
                                                           *    *

Gaflet ettim değil mi? Kârilere delilini gösteremeyeceğim birçok iddiayı birbirinin arkasına sıralamakta ne kadar isabet vardır? Bana sorsalar ki sıkılmış pamuk barutu haline getirdiğin adama iftira etmediğin ne malum? Onun hangi eserini göstereceksin ki iddialarınızı ispat için hüccet olabilsin? Vereceğim cevabı pek bilemiyorum! Zira bugün bahsetmek istediğim Piyale - Ahmet Haşim Bey'in yeni şiir cüzdancığı - büsbütün başka mahiyette. Gayet nefis eşyaya meraklı birisinin evinde vaktiyle fil dişiyle bağadan yapma bir kutucuk gördümdü. Bu kutu, küçücük ebadı ortasında adeta harikalar saklı durabilen bir müze gibiydi.
Şimdi Ahmet Haşim Bey'in küçücük Piyale'sini o kutucuğa benzetiyorum. Cidden ne ufacık şey. Hatta Piyale bile değil kuş suluğu! Lakin gradosu ne kadar yüksek bir ispirto ile doldurulmuş, insanı rüyavi bir şartrozla sarhoş ediyor, Piyale'yi iki haftadır cebimde taşıdım. Her yalnız kaldıkça onu açarım; bazılarını, senelerdenberi tanıdığım eserleri, tekrar okudum ve hatta bunu bazen nasıl yaptım bilir misiniz? Öksürük şekeri yer gibi!
Ahmet Haşim Bey'de yeniden dikkatimi uyandıran noktalar:
Lisanı eski, fakat taze. Bu lisan çok yaşamış fakat yıpranmamış, ihtiyarlamamış bir adama benziyor. Şiirleri fevkalade bir japon yelpazesi, bir fağfur-i kâse gibi eşya ile olan tersimi hasımlığını daima muhafaza etmekte ve anlaşılıyor ki Ahmet Haşim Bey hâlâ sanatı her türlü içtimai, siyasi ve ahlâki endişelerin çok üstünde tutan ve güzelliğin zerafet bahsinde diğer tali mülahazaların hiç birisine tahammül edemeyen titiz bir âbid, mutaassıp şiir sofisi ruhunu muhafaza ediyor. Hem de ne halis bir itikat ve sadakatle!

                                                             *
                                                          *    *

Ahmet Haşim Bey tekmil nükte ve manalarını bize birdenbire tevdi' eden gayet vâzıh şiirleri sevmiyor. Belli ki bu nev'i manzumeler onun gözüne ablak suratlı ve inceliksiz güzeller gibi amiyane ve kalın görünmektedir. O halde ne yapalım? Ahmet Haşim Bey'in bizim gibi tereddüdü yoktur.
İşte bir (Çaka) reisi gibi verdiği hüküm:
Vuzuhu kurşuna dizmeli! Aman zaman diye yalvardınız mı gösterebileceği azami müsamahakârlık şu: O halde şiir hududunun haricine! Bütün efradına rağmen hakperestâne bir asabiyetle titreyen bu satırlar çok güzeldir ve bazı uzak hakikatlere hayli yakın düşünceleri ihtiva ediyor. Mamafih azizliği sevsem Ahmet Haşim Bey'e şunu derdim: Şair dostum, mademki anlaşılmanın o kadar lüzumuna kail değilsin o halde meramını anlatmak için çektiğin bu kadar zahmet niçin ve ne sebepledir ki anlaşılamamaktan en zâlim ızdıraplar duyuyorsun? Gelelim küçük nazım parçalarına, bunlar hakikaten birer damla-yı ahenk ve renkli birer kıvılcım, bazılarını beraber okuyalım:

Parıltı
Ateş gibi bir nehir akıyordu
Ruhumla o ruhun arasından
Bahsetti derinden ona hâlim
Aşkın bu onulmaz yarasından
Vurdukça bu nehrin ona aksi
Kaçtım o bakıştan, o dudaktan
Baktım ona sessizce uzaktan
Vurdukça bu aşkın ona aksi.. 

Diğer:

Dönsek mi bu aşkın şafağından
Gitsek mi ekâlim-i leyâle
Bizden daha evvel erişenler
Ağlar bugün evvelki hayale

Dönmek mi? Ne mümkün geri dönmek
Düştüyse gönüller bu melâle
Bir eldir ufuklardan uzanmış
Zulmet bizi çekmekte visâle..

İşte bir nefise daha:

İşveyle fısıltıyla, gülüşle
Olmuş şeb-i sevda yine bî-hâb
Oklar gibi saplanmada kalbe
Düştükçe semadan yere mehtab.

Buseyle kilitlenmiş ağızlar
Göze neler eyler neler işrâb
Uçmakta bu ateşli havada
Vuslat demi bir kuş gibi bîtab..

Şu son kıtayı yukarıya yazdıktan sonra kendi kendime düşündüm. Ahmet Haşim Bey'in vuzuh hakkında söylediği sözlere muvazi birtakım mülahazalar acaba tenkit bahsinde de tekrar edilemez mi? Vaktiyle yine Ahmet Haşim Bey'in "Göl Saatleri" münasebetiyle söyledim, mesela bir vanilyanın kokusu yahut akan bir suyun sesi tahlil ve tenkit olunur mu?
Münekkid, şah eserler arasında ruhunun sergüzeştlerini anlatan adamdır diyen büyük zekâ ne doğru bir söz söylemiş! Huduttan çıkmayayım. Şimdi kârilere söylenecek en samimi lakırdı şundan ibaret:
Al oku ve mest ol!


(Fâzıl Ahmed, 1926)

8 Şubat 2012 Çarşamba

Istiklâl Mahkemesi Marsı

Karagöz Dergisi'nde yer alan bu şiiri sizlerle paylaşmak istiyorum:


Biz her yerde adaletle işimizi yaparız
Haksızları yaşatmayız, çünkü Hakk’a taparız
Âsileri mahvederiz hesabını kaparız
Fitne, fesat nerde varsa hiç durmayız koşarız
Volkan gibi ateş saçar, seller gibi coşarız!

İstiklâl tarihinde vardır bizim nâmımız
Adalettir şiarımız pek yücedir şânımız
Bu vatana bu millete fedâ olsun cânımız
Hükmümüzde yanılmayız, haklı haksız seçeriz
Zâlimleri, hainleri bir vuruşta biçeriz!

Bu milleti fesat ile birbirine katanı
Cânilere aldanıp da bize kurşun atanı
Âsilerle birleşip de bu millete çatanı
Yakalayıp ayağına zincirleri takarız
Gövdesine gaz döker de cayır cayır yakarız!

(Karagöz Dergisi, 31 Mart 1925)

[Günümüz Türkçesine çeviren: beyzade25]



5 Şubat 2012 Pazar

Zaro Aga Yeniden Âsık Olmus


Türkiye’nin 155’lik ihtiyârı izdivaç ilanları neşrediyor, mahalle kızlarına çatıyor ve evlenecek bir kadın arıyor, bir de sevdiği var

Zaro Ağa, son zamanlarda yeniden evlenmek sevdasına düşmüştür. Onu Amerika’ya götürmek üzere hazırlık yapan Feyzullah Efendinin verdiği malumata göre Zaro Ağa Amerika gazetelerinde izdivaca talip olduğu hakkında bir ilan neşretmiş, bu ilan üzerine kendisine geçen gün Amerika’nın Filedelfiya şehrinden 16 yaşında bir genç kızdan bir mektup gelmiştir. Feyzullah Efendi bu mektubu bize gösterdi. Kız, Zaro Ağa’yla evlenmek istediğini bildiren bu mektubunda diyor ki :

“Azizim Zaro Ağa,
Gazetelerde evlenmek istediğinizi okudum. Ben sizinle evlenmeğe talibim. On altı yaşında genç bir kızım. Sarı saçlı, mavi gözlüyüm. Adresimi veriyorum. Eğer fikrinizden caymadınızsa muhabere edelim.”

Kız, fotoğrafını göndermemiştir. Onun için bu mektubun ne derece ciddi olduğunu bilmiyoruz. Fakat kati surette bildiğimiz şey, Zaro Ağa’nın son zamanlarda aşka tutulduğudur.


Zaro Ağa’nın bulunduğu mahallede 27 yaşlarında genç bir dul vardır. Zaro Ağa bu kadını görmüş ve âşık olmuştur. Gerek kadına, gerek kadının babasına hislerini anlatmış ve evlenmek istediğini de söylemiştir. Kadın da bu izdivaca razıdır. Fakat babası müsaade etmemektedir. Fakat Zaro Ağa nevmid (ümitsiz) değildir. Herhalde bu kadınla evlenmeğe karar vermiştir. Hatta geçen akşam evine giderken güya yanlışlıkla kadının evine girmiştir. Babası, Zaro Ağa’yı hüsn-i istikbal etmiş (güzel karşılamış), yukarıya almış, kahve ikram etmiş, fakat izdivaçtan bahsetmemiştir.

Şimdi Zaro Ağa ısrar etmekte, bu kadını alacağım da alacağım, demektedir.

(Haftalık Resimli Gazete, 1928)

[Günümüz Türkçesine çeviren: beyzade25]