1909 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1909 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Mayıs 2018 Çarşamba

Bekir Ağa Bölüğü'nde Neler Gördüm? - 3 -


Kabasakal Asıldıktan Sonra Bekir Ağa Bölüğü’ne Getirilmiş, İstibdad Erkânını Müthiş Bir Korku Almıştı. Onlara Ayrı Bir Koğuş Verilmişti.


- Benim ne kabahatim var ki bana bu zulmü reva görüyorsunuz. Yok irade-i padişahî böyle ise diyeceğim yok… diye kekeledi.
O bunu söyler söylemez koğuşta bir gülüşmedir başladı. Ölüm yanı başındayken bile hâlâ padişahı sayıklıyor, hâlâ irade-i padişahîden bahsediyordu. Sultan Hamid tevkif edilmiş, Selanik’e sevk edilmişti. Bu hâlâ padişahından imdat bekliyordu.
Üzerinden resmî üniformalı elbiselerini çıkardık, başından gömleği geçirdik. Kendisine son bir diyeceği olup olmadığını sorduk.
- Vasiyetnamemi yazınız, dedi.
Derhal bir kâğıt kalem getirdik. O söyledi biz yazdık. Sonra imamın önünde tövbe ve istiğfar etti.
Nihayet bütün bu merasim bittikten sonra paşayı sehpanın bulunduğu meydana götürdük. Paşa sandalyeye çıktı, boynuna ip geçirildi. Bu ana kadar beyne’n-nevm ve’l-yakaza bir haldeydi. Hissini, iradesini, düşünce kabiliyetini kaybetmişti. Ancak ip boynuna geçtikten sonra uykudan uyanır gibi başını kaldırdı, etrafına bir göz gezdirdi ve:
- Durunuz, dedi.
 Herkes durdu. Paşa bir şey mi söyleyecekti? Hayır, maksadı iki dakika kazanmaktı. Yine daldı, kendisini kaybetti. Ağzından birtakım sözler dökülüyordu. Fakat bunu kendisi bile işitmiyordu.
Onunla beraber o gece beş kişi daha idam ediliyordu. Diğerleri asıldıkları halde bunun sandalyesine hâlâ ayak vurulmamıştı. İdama nezaret eden Nezir Efendi paşanın hâlâ asılmadığını görünce bağırdı:
- Ne duruyorsunuz, sandalyeyi çeksenize! Kıpti sandalyeye bir tekme vurdu. Sehpa sarsıldı. İp gerildi. Paşanın ruhsuz vücudu asıldı. İstibdadın ilk heykeli yıkılmış oluyordu.
Bekir Ağa Bölüğü’nü ziyaret edip idam sehpasından kurtulanlar da az değildi. Bunlar içinde istibdad devrinin birçok ricali vardı.
İlk günlerde idi. Bir gün akşamüstü büyük kapının önünde bir araba durdu, kendi kendime “yeni misafirler geliyor” dedim. Kapıya koştum. Bir de karşımda Eski Merkez Kumandanı Sadettin Paşa’yı görmeyeyim mi? Uzun müddet onun maiyetinde çalışmış olduğum için beni görür görmez tanıdı. Evvelce yalnız amirâne bir selam vermekle iktifa eden Sadettin Paşa bu defa adeta teklifsiz bir eda ile:
- Vay evlat, sen burada mısın? diye iltifat etmek istedi. Uzun müddet maiyetinde çalışmış bir adama teslim olmak memnuniyetini mucip olmuştu. Kendisini aldım. Bekir Ağa Bölüğü Muhafızı Necati Bey’in odasına götürdüm. Necati Bey ona yanındaki koltukta yer gösterdi. Kendisi de karşısına geçip oturdu. Birkaç dakika sonra beni çağırdı:
- Hasan, dedi. Yeni gelecek misafirlerimiz var. Camiinin sağ tarafındaki küçük odayı temizlet.
Dikkat ettim, bir vakit yaver-i hazret-i şehriyari olmakla müftehir Sadettin Paşa, evvelce selam vermeye tenezzül etmediği Necati Bey’in karşısında kan ter döküyordu. İnkılap her şeyi alt üst etmiş, dünkü amirleri bugünün memurları karşısında hesap vermeye mecbur etmişti. Birkaç dakika sonra oda hazırdı. Sadettin Paşa odaya girince şaşırdı. Çünkü asker burasını süpürürken müthiş toz kaldırmıştı. Bu tozlar henüz yatışmamış, odanın havasını teneffüs edilmeyecek hâle getirmişti. Etrafına bakındı. Sonra bana döndü:
- Hasan, dedi. Ben burada mı yatacağım?
- Ne yapalım paşam, dedim. Şimdilik elimizde boş olarak bu oda var.
O hâlâ vaziyeti anlamamıştı.
- Burada oturacak bir sandalye bile yok. Hiç olmazsa konaktan bir yatak getirseler, dedi.
Necati Bey’e gittim. Sadettin Paşa’nın arzusunu anlattım. Müsaade etti. Bir gardiyanla beraber gittik, şimdi Evkâf Müdüriyeti tarafından işgal edilen Çemberlitaş’taki konaktan bir yatak getirdik. Yatağını yaptırdım. Mümkün olduğu kadar istirahatını temine çalıştım. Fakat Sadettin Paşa’yı telaş ve endişe almıştı. Oturacak bir sandalye arayan bu sâbık yaver-i hazret-i şehriyari, şimdi yatağına bile ilişmiyor, sinirli sinirli odada dolaşıyordu. Ben yatağın yapılmasına nezaret ederken sordu:
- Hasan, bizim hakkımızda ne yapacaklarını öğrendin mi?


Ben bu suale nasıl cevap verebilirdim? Fakat öğrenip kendisine haber vereceğimi söyledim. Maksadım Necati Bey’den yapılacak muameleyi öğrenmekti. Bu sırada kapıda ikinci bir araba durdu. İçinden Yemen Valisi Ratıp Paşa çıktı. Necati Bey’in emri üzerine onu da Sadettin Paşa’nın yanına aldım. Vakit hayli geçmişti. Ratıp Paşa için ayrı yatak getirtmek mümkün değildi. O gece iki paşa aynı yatakta koyun koyuna yattılar.
Ertesi gün araba araba bütün saray erkânı Bekir Ağa Bölüğü’ne taşındı. Yeni gelen misafirler arasında Başkâtip Kara Tahsin, Üfürükçü Ebulhüda, İbrikdar Kâmil Ağa, Basurcu Âgâh, Bahriye Nâzırı Hasan Rami, Serasker Ali Rıza Paşalar vardı. Bunların hepsini itfaiye kışlasının üst katında kum meydanına nâzır bir odaya koyduk. Ratıp ve Sadettin Paşalar da ertesi gün sultan sarayları namıyla maruf mahale nakledildiler.
Bütün bu kendilerini büyük sanan rical aynı koğuşta bir ay kadar kaldılar. Her gün idam edilmek tehlikesi karşısında asabileşiyor, şakalaşıyor, eğleniyorlardı. Onların koğuş hayatı başlı başlına bir âlemdi. Memleketi idare edenlerin ruhlarını ve ahlâklarını anlamak için bundan iyi bir mevki olamazdı. Bir ay sabah akşam bunların içinde yaşadım. Samimi sohbetlerine karıştım. Gördüklerim, bütün hayatımda unutulamayacak kadar meraklı şeylerdir.
Bunların içinde en ziyade hoşsohbet olan Üfürükçü Ebulhüda idi. Ebulhüda, koğuşun falcısı idi. Zaten bütün paşaları bir araya getirsen hepsi birden bir incir çekirdeğini dolduracak kadar dimağ sahibi değillerdi. Onları gördükçe hep içimden güler ve “zavallı bizler” derdim. Ne insanların eline kalmışız!
Filhakika bunlar ne ciğeri beş para etmez insanlardı. Hayatta bildikleri şey çalım atmak, emir vermek ve hüküm sürmekti. Fakat aralarındaki muhavereyi işitseniz, bu adamların nasıl olup da senelerce memleketin başında bulunduklarına şaşmamak mümkün olmazdı.
Evet Ebulhüda, bu beyni boş, böbrekleri çürük paşaların falcısı idi. Sarayın bu maruf üfürükçüsü, gecelik entarisiyle yatağının üstüne oturur, etrafa bir selam verir, bir iki anlaşılmaz duadan sonra latifeye başlardı:
- Bana Üfürükçü Ebulhüda diyorlar, derdi. Halbuki ben şimdiye kadar kimseye büyü yapmadım. Kimseyi üfürükle tedavi etmedim.
Sonra birden kahkaha salar işi şakaya boğardı. Koğuşta herkes hayat memat meselesi ile karşı karşıya olduğu için Ebulhüda’nın bu şakaları ötekilerin de derdini avutur, onlara iyi bir vakit geçirmeye yardım ederdi.
Her an ölüm ile menfa kararları arasında titreşip duran paşalar hep birden Ebulhüda’nın etrafına üşüşür, ona fal baktırırlardı. Ebulhüda herkese başka türlü bir fal bakardı. Birisine Kur’an-ı Kerim’den mana çıkararak istikbalini söylerdi. Bir diğerine iskambil kâğıdıyla fal bakardı. Fakat bütün fallarında paşaları heyecan içinde koyar, bazen de kahkahadan bayıltırdı.
Ebulhüda en ziyade Başkâtip Kara Tahsin Paşa’yı üzmekten hoşlanırdı. Ne vakit onun falına baksa:
- Paşam, derdi. Senin akıbetin kötü. Bazen dar ağacı görüyorum. Bazen Anadolu’nun ıssız bir köyü gözümün önünde canlanıyor. İdam mı desem, sürgün mü desem, hapis mi desem diye sıralamaya başlar, Kara Tahsin’i çileden çıkarırdı.
Kara Tahsin, koğuşun kara belası idi. Yemeğini önüne getirmelerini ister, yüzünü yıkamak için bile yatağından kalkmazdı. Sanki yatağı içinde kötürüm olmuş gibi idi. Bütün arkadaşları koğuşta sinirli sinirli dolaştıkları hâlde o Ebulhüda ile karşı karşıya geçer, tesbih çekerlerdi. Kara Tahsin’in diğerlerine karşı takınmak istediği bu efendi tavrı, arkadaşlarını gücendirmekten hali kalmazdı. Hatta bazen paşaların Kara Tahsin’e çıkıştıkları bile vaki olurdu.
Paşaların hariçle temasları men edilmişti. Yalnız haftada bir defa gelecek ziyaretçileri benim nezaretim altında olmak üzere görebilirlerdi. Fakat bence en tehlikesiz mevkuflar bunlardı. Çünkü bunlar daha tevkifhane kapısından içeri girer girmez vaziyeti anlamışlar ve teslim olmuşlardı. Artık kaçmak akıllarından bile geçmiyordu, zaten böyle bir şey düşünseler bile içlerinde bu tehlikeli teşebbüse atılacak kimse yoktu. Onlar kaderleri neyse onu çekmeye razı olmuş, tevekkülle divan-ı harbin haklarında vereceği kararı bekliyorlardı. En ziyade korktukları şey de tabi idamdı. İkide bir beni çağırır, telaşlı ve heyecanlı bir sesle beni iskandil ederlerdi:
- Hasan, derlerdi, hakkımızda verilecek hükmü, yapılacak muameleyi öğrenirsen sana bol mükafat var.

9 Nisan 2012 Pazartesi

31 Mart Olaylarına Dair - 1


Geçen Salı günü İstanbul halkı hiç kimsenin beklemediği büyük bir olay karşısında kendini buldu. Şehir, askeri bir kıyamın tam ortasında kalmıştı. Akıl sahipleri bunun vahim sonuçlarını anlayarak derin bir üzüntü ve ümitsizlik içinde iken, maksat ve gaye itibariyle aldanmış birtakım asker kardeşlerimiz Ayasofya meydanında toplanarak “Şeriat isteriz!” seslerini etrafa yaydılar ve bununla beraber çevreye korku ve dehşet saçtılar.

İstanbul sanki bir velvele-i fetret içindeydi. Ayasofya meydanında toplanan askerler heyet-i vükelâyı istemiyorlar, idare-i meşrutanın memlekete getirdiği alışkanlıkları reddediyorlar ve yalnız “Şeriat isteriz” talebinde bulunuyorlardı.

Hükümet, kurşunla süngüyle istenilen bu beyanı – kan dökmemek emeliyle – o gün hemen kabule meyilli göründü. Harbiye Nezaretinde mevcut olup henüz askeri itaatten ve hükümete bağlılıktan ayrılmamış olan süvari ve nişancı alay ve taburlarına ait bazı müfrezelerle Ayasofya’da toplanan asker kardeşlerinden Bâb-ı Seraskeri cihetine gönderilen kuvvetler arasında meydana gelen silahlı çatışmada bazı kayıplar ve yaralılar olduğundan dolayı heyet-i sabıka-i vükelâ istifa etti. Hilmi Paşa kabine ile toplu olarak istifa etti, Meclis-i Mebusan reisi Ahmet Rıza Bey istifaya mecbur edildi. Ahkâm-ı münife-i şer’inin (şeriatın yüce hükümleri) bundan böyle noktası noktasına mevki-i tatbike konulacağına ve şu kıyam-ı askerînin müsebbibleri ve bu üzücü olayların failleri hakkında aff-ı umumî iradesine sudur ettiğine dair başkâtip Cevat Bey vasıtasıyla tebligatta bulunulduğu halde erbâb-ı kıyam buna da razı olmayarak icraat talebinde bulundular. Erbâb-ı iz’ân (akıl sahipleri) bunda dehşetli bir irtica tertibinin mevcut olabilmesine ihtimal verdi. Nitekim meydana gelen olaylar bunun haksız bir fikr-i tarafkirâne olmadığını da gösterdi. Bu muvaffakiyet-i fevkaladenin neşvesiyle sermest olan erbâb-ı kıyam “şeriat isteriz” feryadıyla ortalığı çınlattıkları sırada elli bin Osmanlı’nın şura-yı millette vekili olan Mehmet Arslan Bey’i tabur ateşine maruz bırakarak katlettiler. Bu şehidin kusuru Hüseyin Cahit Bey’e benzemesinden ibaretmiş. Demek Hüseyin Cahit Bey’in katli şer’an caiz! Adliye Nazırı Nazım Paşa nezaret dairesinde katledildi. Bahriye Nazırı Rıza Paşa ayağından vuruldu.

(Musavver Muhit, 9 Nisan 1325)

[Günümüz Türkçesine çeviren: beyzade25]



31 Ocak 2012 Salı

Muhafız-ı Hürriyet Olan Asker Kardeslerimize (!)


Varaka Sureti
Kanun-i Esasimizi, meşru olan Meşrutiyetimizi muhafaza ve müdafaa uğrunda kanımızı inare (nurlandırma) ve bu yolda feda-yı can etmek hususunda sizinle beraberiz. Bizler gibi masum askerlerin (!) sâfiyetinden bil-istifade din ve şeriat-ı mukaddesimizi kendi efkâr-ı hainânelerine alet eden ve bu yolda da dolab-ı şeytanet ve mel'anet tedvir eden gizli elleri görmek bizim gibi saf kalpli (!) askerlerce mümkün müdür? İstibdadı geri getirmek efkâr-ı hainânesinde olduklarını bilseydik o hainleri parçalayacağımıza Allah şahidimizdir.
Cümlemiz bu vatanın evlâdı, bu millet-i necibe-i osmaniye'nin askeriyiz. Vatanın terakki ve ta'liyesini ve meşrutiyet-i mukaddesimizi arzu etmeyen alçaklar bizim gibi askerler arasında bulunmaz.
Muhafaza-i meşrutiyet için İstanbul civarına gelen bütün asker kardeşlerimizle kalben, fikren müsaviyiz. Kendilerine : " Hoş geldiniz sefa geldiniz" der ve kemal-i samimiyetle kucaklayarak selam eder ve yaşasın itaatli ve şanlı hürriyet ordusu diyerek alkışlarız.
Üçüncü piyade alayının ikinci taburu efrad-ı osmaniyesi namına
Kâzım
(Hilâl Gazetesi, 15 Nisan 1325)

[Günümüz Türkçesine çeviren: beyzade25]
(31 Mart Olayı sonrasında yönetimi ele geçiren İttihad ve Terakki Cemiyeti ve onun Hürriyet Ordusu böylece kendi adamlarını alkışlıyor, diğerlerine ise gözdağı veriyordu.)