Divan-ı Harp etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Divan-ı Harp etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Mayıs 2018 Çarşamba

Bekir Ağa Bölüğü'nde Neler Gördüm? - 3 -


Kabasakal Asıldıktan Sonra Bekir Ağa Bölüğü’ne Getirilmiş, İstibdad Erkânını Müthiş Bir Korku Almıştı. Onlara Ayrı Bir Koğuş Verilmişti.


- Benim ne kabahatim var ki bana bu zulmü reva görüyorsunuz. Yok irade-i padişahî böyle ise diyeceğim yok… diye kekeledi.
O bunu söyler söylemez koğuşta bir gülüşmedir başladı. Ölüm yanı başındayken bile hâlâ padişahı sayıklıyor, hâlâ irade-i padişahîden bahsediyordu. Sultan Hamid tevkif edilmiş, Selanik’e sevk edilmişti. Bu hâlâ padişahından imdat bekliyordu.
Üzerinden resmî üniformalı elbiselerini çıkardık, başından gömleği geçirdik. Kendisine son bir diyeceği olup olmadığını sorduk.
- Vasiyetnamemi yazınız, dedi.
Derhal bir kâğıt kalem getirdik. O söyledi biz yazdık. Sonra imamın önünde tövbe ve istiğfar etti.
Nihayet bütün bu merasim bittikten sonra paşayı sehpanın bulunduğu meydana götürdük. Paşa sandalyeye çıktı, boynuna ip geçirildi. Bu ana kadar beyne’n-nevm ve’l-yakaza bir haldeydi. Hissini, iradesini, düşünce kabiliyetini kaybetmişti. Ancak ip boynuna geçtikten sonra uykudan uyanır gibi başını kaldırdı, etrafına bir göz gezdirdi ve:
- Durunuz, dedi.
 Herkes durdu. Paşa bir şey mi söyleyecekti? Hayır, maksadı iki dakika kazanmaktı. Yine daldı, kendisini kaybetti. Ağzından birtakım sözler dökülüyordu. Fakat bunu kendisi bile işitmiyordu.
Onunla beraber o gece beş kişi daha idam ediliyordu. Diğerleri asıldıkları halde bunun sandalyesine hâlâ ayak vurulmamıştı. İdama nezaret eden Nezir Efendi paşanın hâlâ asılmadığını görünce bağırdı:
- Ne duruyorsunuz, sandalyeyi çeksenize! Kıpti sandalyeye bir tekme vurdu. Sehpa sarsıldı. İp gerildi. Paşanın ruhsuz vücudu asıldı. İstibdadın ilk heykeli yıkılmış oluyordu.
Bekir Ağa Bölüğü’nü ziyaret edip idam sehpasından kurtulanlar da az değildi. Bunlar içinde istibdad devrinin birçok ricali vardı.
İlk günlerde idi. Bir gün akşamüstü büyük kapının önünde bir araba durdu, kendi kendime “yeni misafirler geliyor” dedim. Kapıya koştum. Bir de karşımda Eski Merkez Kumandanı Sadettin Paşa’yı görmeyeyim mi? Uzun müddet onun maiyetinde çalışmış olduğum için beni görür görmez tanıdı. Evvelce yalnız amirâne bir selam vermekle iktifa eden Sadettin Paşa bu defa adeta teklifsiz bir eda ile:
- Vay evlat, sen burada mısın? diye iltifat etmek istedi. Uzun müddet maiyetinde çalışmış bir adama teslim olmak memnuniyetini mucip olmuştu. Kendisini aldım. Bekir Ağa Bölüğü Muhafızı Necati Bey’in odasına götürdüm. Necati Bey ona yanındaki koltukta yer gösterdi. Kendisi de karşısına geçip oturdu. Birkaç dakika sonra beni çağırdı:
- Hasan, dedi. Yeni gelecek misafirlerimiz var. Camiinin sağ tarafındaki küçük odayı temizlet.
Dikkat ettim, bir vakit yaver-i hazret-i şehriyari olmakla müftehir Sadettin Paşa, evvelce selam vermeye tenezzül etmediği Necati Bey’in karşısında kan ter döküyordu. İnkılap her şeyi alt üst etmiş, dünkü amirleri bugünün memurları karşısında hesap vermeye mecbur etmişti. Birkaç dakika sonra oda hazırdı. Sadettin Paşa odaya girince şaşırdı. Çünkü asker burasını süpürürken müthiş toz kaldırmıştı. Bu tozlar henüz yatışmamış, odanın havasını teneffüs edilmeyecek hâle getirmişti. Etrafına bakındı. Sonra bana döndü:
- Hasan, dedi. Ben burada mı yatacağım?
- Ne yapalım paşam, dedim. Şimdilik elimizde boş olarak bu oda var.
O hâlâ vaziyeti anlamamıştı.
- Burada oturacak bir sandalye bile yok. Hiç olmazsa konaktan bir yatak getirseler, dedi.
Necati Bey’e gittim. Sadettin Paşa’nın arzusunu anlattım. Müsaade etti. Bir gardiyanla beraber gittik, şimdi Evkâf Müdüriyeti tarafından işgal edilen Çemberlitaş’taki konaktan bir yatak getirdik. Yatağını yaptırdım. Mümkün olduğu kadar istirahatını temine çalıştım. Fakat Sadettin Paşa’yı telaş ve endişe almıştı. Oturacak bir sandalye arayan bu sâbık yaver-i hazret-i şehriyari, şimdi yatağına bile ilişmiyor, sinirli sinirli odada dolaşıyordu. Ben yatağın yapılmasına nezaret ederken sordu:
- Hasan, bizim hakkımızda ne yapacaklarını öğrendin mi?


Ben bu suale nasıl cevap verebilirdim? Fakat öğrenip kendisine haber vereceğimi söyledim. Maksadım Necati Bey’den yapılacak muameleyi öğrenmekti. Bu sırada kapıda ikinci bir araba durdu. İçinden Yemen Valisi Ratıp Paşa çıktı. Necati Bey’in emri üzerine onu da Sadettin Paşa’nın yanına aldım. Vakit hayli geçmişti. Ratıp Paşa için ayrı yatak getirtmek mümkün değildi. O gece iki paşa aynı yatakta koyun koyuna yattılar.
Ertesi gün araba araba bütün saray erkânı Bekir Ağa Bölüğü’ne taşındı. Yeni gelen misafirler arasında Başkâtip Kara Tahsin, Üfürükçü Ebulhüda, İbrikdar Kâmil Ağa, Basurcu Âgâh, Bahriye Nâzırı Hasan Rami, Serasker Ali Rıza Paşalar vardı. Bunların hepsini itfaiye kışlasının üst katında kum meydanına nâzır bir odaya koyduk. Ratıp ve Sadettin Paşalar da ertesi gün sultan sarayları namıyla maruf mahale nakledildiler.
Bütün bu kendilerini büyük sanan rical aynı koğuşta bir ay kadar kaldılar. Her gün idam edilmek tehlikesi karşısında asabileşiyor, şakalaşıyor, eğleniyorlardı. Onların koğuş hayatı başlı başlına bir âlemdi. Memleketi idare edenlerin ruhlarını ve ahlâklarını anlamak için bundan iyi bir mevki olamazdı. Bir ay sabah akşam bunların içinde yaşadım. Samimi sohbetlerine karıştım. Gördüklerim, bütün hayatımda unutulamayacak kadar meraklı şeylerdir.
Bunların içinde en ziyade hoşsohbet olan Üfürükçü Ebulhüda idi. Ebulhüda, koğuşun falcısı idi. Zaten bütün paşaları bir araya getirsen hepsi birden bir incir çekirdeğini dolduracak kadar dimağ sahibi değillerdi. Onları gördükçe hep içimden güler ve “zavallı bizler” derdim. Ne insanların eline kalmışız!
Filhakika bunlar ne ciğeri beş para etmez insanlardı. Hayatta bildikleri şey çalım atmak, emir vermek ve hüküm sürmekti. Fakat aralarındaki muhavereyi işitseniz, bu adamların nasıl olup da senelerce memleketin başında bulunduklarına şaşmamak mümkün olmazdı.
Evet Ebulhüda, bu beyni boş, böbrekleri çürük paşaların falcısı idi. Sarayın bu maruf üfürükçüsü, gecelik entarisiyle yatağının üstüne oturur, etrafa bir selam verir, bir iki anlaşılmaz duadan sonra latifeye başlardı:
- Bana Üfürükçü Ebulhüda diyorlar, derdi. Halbuki ben şimdiye kadar kimseye büyü yapmadım. Kimseyi üfürükle tedavi etmedim.
Sonra birden kahkaha salar işi şakaya boğardı. Koğuşta herkes hayat memat meselesi ile karşı karşıya olduğu için Ebulhüda’nın bu şakaları ötekilerin de derdini avutur, onlara iyi bir vakit geçirmeye yardım ederdi.
Her an ölüm ile menfa kararları arasında titreşip duran paşalar hep birden Ebulhüda’nın etrafına üşüşür, ona fal baktırırlardı. Ebulhüda herkese başka türlü bir fal bakardı. Birisine Kur’an-ı Kerim’den mana çıkararak istikbalini söylerdi. Bir diğerine iskambil kâğıdıyla fal bakardı. Fakat bütün fallarında paşaları heyecan içinde koyar, bazen de kahkahadan bayıltırdı.
Ebulhüda en ziyade Başkâtip Kara Tahsin Paşa’yı üzmekten hoşlanırdı. Ne vakit onun falına baksa:
- Paşam, derdi. Senin akıbetin kötü. Bazen dar ağacı görüyorum. Bazen Anadolu’nun ıssız bir köyü gözümün önünde canlanıyor. İdam mı desem, sürgün mü desem, hapis mi desem diye sıralamaya başlar, Kara Tahsin’i çileden çıkarırdı.
Kara Tahsin, koğuşun kara belası idi. Yemeğini önüne getirmelerini ister, yüzünü yıkamak için bile yatağından kalkmazdı. Sanki yatağı içinde kötürüm olmuş gibi idi. Bütün arkadaşları koğuşta sinirli sinirli dolaştıkları hâlde o Ebulhüda ile karşı karşıya geçer, tesbih çekerlerdi. Kara Tahsin’in diğerlerine karşı takınmak istediği bu efendi tavrı, arkadaşlarını gücendirmekten hali kalmazdı. Hatta bazen paşaların Kara Tahsin’e çıkıştıkları bile vaki olurdu.
Paşaların hariçle temasları men edilmişti. Yalnız haftada bir defa gelecek ziyaretçileri benim nezaretim altında olmak üzere görebilirlerdi. Fakat bence en tehlikesiz mevkuflar bunlardı. Çünkü bunlar daha tevkifhane kapısından içeri girer girmez vaziyeti anlamışlar ve teslim olmuşlardı. Artık kaçmak akıllarından bile geçmiyordu, zaten böyle bir şey düşünseler bile içlerinde bu tehlikeli teşebbüse atılacak kimse yoktu. Onlar kaderleri neyse onu çekmeye razı olmuş, tevekkülle divan-ı harbin haklarında vereceği kararı bekliyorlardı. En ziyade korktukları şey de tabi idamdı. İkide bir beni çağırır, telaşlı ve heyecanlı bir sesle beni iskandil ederlerdi:
- Hasan, derlerdi, hakkımızda verilecek hükmü, yapılacak muameleyi öğrenirsen sana bol mükafat var.

6 Ağustos 2016 Cumartesi

Bekir Ağa Bölüğü'nde Neler Gördüm? - 2 -

Haftada iki gün mevkufların aileleriyle temasına müsade edilmişti. Pazartesi ve perşembe günleri hariçten gelenler, merkez kumandanlığının müsadesini aldıkları takdirde mevkuflarla görüşebilirlerdi. Fakat bu müsade on beş dakikaya münhasırdı. Bu yüzden ne feci sahneler olurdu. Mülakat mahalli kapıdan girilince öne çıkan taşlıktı. Burada ancak beş on kişi görüşebilirdi. Halbuki içeride üç binden fazla mevkuf vardı. Ziyarete gelenler ekseriya kadınlar ve çocuklardı. Bunların kapıda yaptıkları sahneler çok müthişti. Sırası geldikçe bunlardan bazılarını naklettiğim zaman, kârîler bu sahneleri daha yakından göreceklerdir.


Her gün divan-ı harpler toplanıyor. Yüzlerce kişiyi muhakeme ediyorlardı. Muhakeme neticesinde idama mahkum olanlar koğuştan çıkartılıp bahçedeki inşaat koğuşuna indirilirdi. Buraya inen mevkuf cezasını bilir ve korkmaya başlardı.

Bekir Ağa Bölüğü'ne geldiğimin ikinci günü idi. Abdülhamid'in serhafiyesi Kabasakal Mehmed Paşa'yı bir araba ile getirdiler. Senelerce dediği dedik, emri emir olan bu adam, jandarmalar arasından Bekir Ağa Bölüğü'ne giderken bile saraya giden bir nâzır gibi kemâl-i azimetle yürüyor, etrafa yukarıdan dürbünle bakar gibi bakıyordu.

Paşa'yı kapıda biz karşıladık. İçeriye girer girmez bütün mevkuflar pürtecessüs gözlerini Hamid devrinin bu müheykel mümessiline atfettiler. Koğuşa girer girmez etrafına bir bakındı. Getirildiği yeri pek benimsememiş, beğenmemişti. Muhteşem kalın halılarla örtülmüş müzeyyen odalarda yaşamaya alışmış olan bu serhafiye, çıplak ve her türlü ve her sınıftan insanla dolu bu koğuşta biraz şaşırdı, etrafına hayretle bakındı. Sonra kendini topladı ve selam verdi. Huzuruna çıkmak bile mümkün olmayan serhafiyeye etraftan mukabele ettiler. Bazıları daha ileri gittiler:

- Vay Paşa Hazretleri, görüşmek nihayet burada mukadder imiş, dediler. Koğuş o kadar kalabalıktı ki burada paşaya bir yer bulmak mümkün olmadı. Kendisini aldık. Dış kapının sağ tarafında bulunan odaya götürdük. Burada Bediüzzaman Şeyh Said-i Kürdi yatıyordu. Şeyh Said, paşayı memnuniyetle karşıladı. Paşa azimetle içeri girdi. Hâlâ azimetli tavrını bırakmış değildi. Bizlere uşakları nazarıyla bakıyor gibiydi. Fakat sonra yavaş yavaş hakikatle karşı karşıya kaldıkça kendini büyük gören bu istibdat heykeli küçüldü. İnceldi. Vaziyeti anladı ve bir köşeye sindi.

Ben onu senelerce devletin büyük işlerine karışmış, umur görmüş, incelmiş yüksek bir adam zannederdim. Ona mevkisiyle mütenasip hürmette kusur etmiyordum. Halbuki bu debdebe ve haşmetin altında gizli olan kaba ve iğrenç Kabasakal meydana çıkmakta gecikmedi. Hâlâ Türkçe öğrenmemişti. Kaba bir Çerkes şivesiyle konuşuyor, etrafına emir vermeğe çalışıyordu. Bediüzzaman Şeyh Said, onu teselli etmek istedi:

- Müteessir olmayınız paşam, bu da geçer, dedi. Paşa kesik ve boğuk bir sesle cevap verdi:

- Evet öyle, insanın başından her şey gelir geçer. Fakat bunu söylerken başından ip geçeceğini hiç aklına bile getirmemişti.

Kabasakal ilk gecesini sakin ve sessiz geçirdi. Fakat aradan yirmi dört saat geçip de vaziyette bir değişiklik görmeyince sinirlenmeye, asabi buhranlar geçirmeye başladı. Elinde bir tespih mütemadiyen bir aşağı bir yukarı geziyor, konuşmuyor, Şeyh Said'in sözlerine baştan savma cevaplar veriyordu. Belli ki vaziyetin vahametini hissetmeye başlamıştı. İkinci günün akşamı bayıldı. İçeri koştuk, kendisini ayıltıncaya kadar hayli zahmet çektik.


O günden itibaren artık daha kendine gelmedi. Yatağının üstüne oturuyor, elindeki tespihi çekerek kendi kendine bir şeyler söyleniyordu. Şeyh Said her gün zeytin ekmek yerdi. Paşa böyle bir yerde yaşamaya alışmadığı için ne gelirken yemek getirmiş ne de burada yemek getirtmeyi düşünmeye vakit bulmuştu. Fakat Kabasakal geldikten sonra Şeyh Said'in zeytin sarfiyatı birdenbire kabarmıştı. Günde yüz dirhem zeytinle iktifa eden şeyhe şimdi günde bir okka yetişmiyordu. Nihayet bu zeytinini verirken sormaktan kendimi alamadım:

- Şeyh Efendi, ne çok zeytin yiyorsunuz!? dedim. Derdini dökecek bir adam arıyormuş gibi:

- Sorma, dedi. Benim yediğim yok. Ben ancak üç dört tane yiyorum, mütebakisini bu adamcağız yiyor.

Hayret ettim. Buraya gelinceye kadar bu adam acaba zeytin nedir görmüş müydü? Belki rakı masasında parmak gibi büyük zeytinleri meze olarak kullanmıştı. Fakat böyle zeytin ekmekle yaşamayı aklına getirmiş miydi? O vakit hatırladım. 319 senesinde 313 kur'asının terhisi esnasında, terhis edilen efradı görmek üzere Haydarpaşa'ya gitmiş, vagonları birer birer gezmişti. Neferlere nezaret eden bir yüzbaşıyı peynirli pide yerken görmüş ve elinden pideyi alarak yere atmış ve bağırmıştı:

- Böyle şey de yenir mi? Be herif, sende mide denilen şey yok mu? Milletin halinden bu derece bî-haber olan bu mütekebbir paşa, şimdi zeytin ekmeğe merhaba demeye mecbur olmuştu.

Kabasakal'ın muhakemesi süratle icra edildi. Divan-ı harbe bir defa sevk edildi ve daha birinci celsede idam kararı verildi. İdam kararı o vakit mahkumlara tebliğ edilmezdi. İdama mahkum olanlar gece yarısı koğuşlarından alınır, bahçedeki inşaat koğuşuna götürülür, ertesi sabah erkenden idam edilirdi. Halbuki divan-ı harb Kabasakal hakkında verdiği idam hükmünü kendisine bizzat tebliğ etti.

Divan-ı harbden çıktığı zaman rengi atmış, ayakları gevşemiş, yürüyüşünü şaşırmıştı. Kendisini aldık. Doğru inşaat koğuşuna götürdük. Gece yarısı paşayı idama götürecektik. Gecenin kalın zulmeti kalkmış, etrafı hafif ve donuk bir aydınlık kaplamıştı. İstanbul derin uykuya dalmıştı. Benim için bu idam vakası da yeni bir tecrübe olacaktı. İnsan asmak, adam öldürmek kolay bir şey değildi. Fakat vazifelerimden biri de bu idi. Hayatımda yaptığım işlerin belki de en fecisi bu idi. İlk gece birkaç kişiyi asmıştık. Onların bende yaptığı tesir o kadar feci idi ki yirmi dört saat kendime gelemedimdi. Ertesi gün idam işlerinden affedilmekliğimi rica ettiğim halde kabul edilmemişti, ikinci olarak da paşanın idamında bulunacaktım.

Elimizde beyaz gömlek, kelepçeler olduğu halde inşaat koğuşuna gittik. Paşa başı iki elleri arasında düşünüyordu. Bütün gece bu halde kalmış, uyumamış, hatta yatmaya bile lüzum görmemişti. Bizi görünce karşısında Azrail'i görmüş gibi yerinden sıçradı. Biraz sendeledi. Az daha düşecekti. Yanımdaki neferlerden biri koluna girdi. Paşa bir neferlere, bir bana baktı:

- Ne o evladım, diyebildi.. Beni de mi idam edeceksiniz?

Bunu söylerken sesi titriyor, ayakları ispazmuza tutulmuş gibi sallanıyordu. Ölümü hiç düşünmemiş, Azrail'i aklına bile getirmemişti. Sehpada ölmek onun aklına gelebilir miydi?
Paşa, bizim aldırmayıp kollarına kelepçeyi geçirmeye başladığımızı görünce:

- Bu saatte mi? dedi. Yarını bekleyiniz gün olsun.

Can ne kadar tatlı şeydir. Öleceğini biliyordu. Fakat birkaç dakika olsun kazanmak istiyordu. Teselli etmeye mecbur oldum:

- Korkmayınız, Paşam, dedim. Sizi zabitân koğuşuna götürüyoruz, sehpaya değil. Filhakika zabitân koğuşuna götürüyorduk. Fakat idama hazırlamak için. Zabitân koğuşuna girer girmez paşa işi anladı. Tazallüme başladı.