Hayata kalın ve karanlık bir perdenin arkasından bakan
zavallıları hiç dinlediniz mi? Ezelden kalın duvarlar içinde hapsedilmiş gibi,
ebedi zulmete mahkum bu bedbahtların da kendilerine göre bir görüşleri, bir
duyuşları ve bir yaşayışları vardır.
Her akşam evime gelirken Acem Sefarethanesi köşesinde gazete satan kör
müvezziyi görünce dimağımda bu fikirler canlanır ve zavallı kör, kimbilir ne
kadar bedbahtsın der geçerdim. Fakat bir sabah sokakların havasını titreten gür
bir ses "Havadisçi!" diye sıcak odamda kulağımı tırmaladı. "Şu
gazeteciyi çağırınız." dedim. Değneğinin delaletiyle sesin çıktığı tarafa
geldi. Bu, Acem Sefarethanesinde gördüğüm kör gazeteciydi. İçeri aldım. Sıcak
bir çay verdim. Soğuktan moraran elleri fincanın sıcak temasıyla harekete
geldi. Yüzü, makas ve ustura görmemiş metruk ve perişan bir sakalla örtülmüştü.
Yerinde rahat duramıyor, altındaki sandalye ona eğreti geliyordu. Çayı bitirip
hemen kaçmak istiyordu. Yaşı elliyi geçkindi. Körlüğüne, ihtiyarlığına rağmen
dilenmiyor, ekmeğini çalışarak kazanıyordu. Yağmur, kar dinlemiyor; fırtınanın
elinden gazeteleri uçuran savleti karşısında o her gün üçle beş arasında Acem
Sefarethanesi'nin köşesine gelip "Gazeteci, Havadisçi!" diye bağırarak
ekmeğini çıkarmağa çalışıyordu.
- Baba adın ne?
- Hasan.
- Nerelisin?
- Erzurumlu.
- İstanbul'da ne arıyorsun?
Bu sual onu harekete getirdi. Onun da söylenecek bir derdi,
deşilecek bir yarası vardı. O da felaket görmüş, ızdırap çekmişti. Efendi,
dedi, buraya muhacirlikle geldim. Erzurum'da evimiz barkımız vardı. Hal ü
vaktimiz yerinde idi. Ruslar geldiler elimizdekini alıp mahvettiler. Evvela
Trabzon'a oradan da İstanbul'a ilticaya mecbur oldum. Ben de bir muhacirim, işte
iyi kötü sürünüp gidiyoruz. Trabzon'a gelince bir müddet tütün sattım. Fakat
kazancım günden güne azalıyordu. Dilenmeyi hiçbir gün hatırıma getirmedim.
Çünkü vaktiyle ailem oldukça zengindi. Hayatta yalnız kalınca bir müddet
babamdan miras kalan varidatla geçindim. Fakat param bitince dilencilik etmeği
izzet-i nefsime yediremedim. Paket paket
tütün alır, kahve kahve dolaşarak satardım. Yavaş yavaş işim azaldı. Geçinemez
oldum. O vakit herkes İstanbul'a geliyordu. Gelen kafilelerden birine takıldım,
İstanbul'a geldim. Bir müddet serseri gibi dolaştım. İstanbul'da şaşırdım, bu
koca şehirde hayatımı nasıl kazanacak, kendimi nasıl idare edecektim. Tanıdığım
kimse de yoktu. Karımın delaletiyle Çınarlıtaş'ta bir yer bulduk.
- Vay sen evli misin?
- Elbette, ben de insanım, benim de ihtiyaçlarım, zevklerim
vardır. Evliyim, hem çocuğum da var.
- Peki, karının ve çocuğunun şeklini, rengini,
güzelliğini çirkinliğini fark edebiliyor musun? Onları nasıl seviyorsun?
Bu sual onu biraz düşünceye sevk etti. Kimbilir kaç defa bu
sualleri o da kendi kendine sormuş ve cevap vermeğe çalışmıştı.
- Beyefendi, dedi. Biz hislerimizle görürüz. Bizim için ses
her şeydir. İyiyi kötüyü, güzeli çirkini, ahlâklıyı ahlâksızı biz sesinden
anlarız. Ses, bizim için her sırrın kapısını açan bir anahtardır. Bilmem siz
kalbin sırlarını nasıl anlarsınız. İnsanlar vardır gönüllerde uçar gibi
konuşur, yine insanlar vardır ki yerlerde sürünür gibi söz söylerler. Sesinde
gurur ve azamet dalgalanan insanlarla, sesinde şefkat ve merhamet titreyen
insanları birbirinden kolaylıkla tefrik edebilirsiniz. Bir güzelle bir çirkinin
sesleri arasındaki bariz farka hiç dikkat ettiniz mi? Güzelin sesinde,
söyleyişinde, sözünün ahenginde başka bir letafet, başka bir tatlılık vardır.
Güzelin kanı sıcaktır. Çirkinin sesi de kendisi gibi çirkindir. İşte biz dünya
ile temasımızı bu vasıta ile idame ederiz. Biz kulaklarımızla yaşarız.
Bu felsefeyi bitirdikten sonra Hasan, İstanbul'a geldikten
sonraki hayatı hakkındaki izahatına devam etti.
- Ne iş yapabileceğimi anlamak için bir müddet sokak sokak
gezdim. Satıcıların seslerine dikkat ediyordum. Ne satıyorlar ve nasıl
satıyorlardı? Önümden panorama gibi yüzlerce satıcı geçiyor, kimi sebze, kimi
meyve, kimi öteberi satıyordu. Fakat en çok duyulan ses müvezzilerin sesi idi.
Onların çığırtkan sadaları sabahtan akşama kadar sokakları dolduruyordu. Kendi
kendime bu şehirde en ziyade revaçta olan şeyin gazete olduğuna hükmettim.
Sonra tahkik ettim. Verdikleri izahatlar hayatımı kazanabileceğimi
gösteriyordu. Tanıdıklardan birisinin delaletiyle bir gazete idarehanesi bana
birkaç gazete verdi. Onları ilk sattığım gün, İstanbul'da hayata atıldığım
gündü. Günden güne işim iyileşti. Bugün, Allah'a bin şükür, günde bir iki lira
kazanıyor, ailemi geçindiriyorum.
- Müvezzilik etmek için sokak sokak dolaşmak, kapıları
bellemek lazım. Bu senin için müşkül olmuyor mu?
- Efendim, bu sualinizin cevabı gayet basittir. Biz
sokakları taşlarına, satıhlarına göre sınıflara ayırırız. Mesela türbeden
saparım, evvela asfalt düz bir zemin vardır. İlk kaldırım .......... sokağıdır,
ikinci sokak .......... sokağıdır. Sokağa sapınca kapı ......... Bey'in, ikinci
falan bey'in evidir. Yani hayalimde sokakların bir haritası vardır. Her köşeye
işaretler koymuşumdur. Her evin kapısını önündeki taşların şeklinden veya
kapının tarzından anlarım. Mesela burası ......... Bey'in evidir değil mi? Karşınızda
oturan falan bey'e her sabah (Vatan) gazetesini bırakırım. Yalnız fena
insanların elinde oyuncak olduğumuz zaman bizim için en azaplı anımızdır.
Bazıları aczimizden istifade ederek bizi aldatmağa kalkarlar. Filvaki biz
paraları kağıdının cinsinden anlarız. Madeni parayı tefrik daha kolaydır. Kağıt
parayı da tefrik hususunda o kadar müşkülata uğramıyoruz fakat ne de olsa
hissimizde aldanabiliriz.
Hasan birdenbire durdu. "Beyefendi, siz de bana neler
söyletiyorsunuz. Bizim aczimizle, mahrumiyetimizle ve felaketimizle sizi de
müteessir etmekte ne mana var ki!" dedi.
Hayatından memnun ve müteşekkir olan bu bedbaht ihtiyar çayı
bitirmişti. Benden müsade istedi. Çünkü sokakta müşterileri bekliyordu.
Bastonunun delaletiyle dışarı çıktı.
- Havadisçi.. Gazeteci.. diye bağırarak sokakların meçhul ve
karanlık ağuşuna atıldı.