23 Mart 2016 Çarşamba

Körler Dünyayı Nasıl Görürler?

Hayata kalın ve karanlık bir perdenin arkasından bakan zavallıları hiç dinlediniz mi? Ezelden kalın duvarlar içinde hapsedilmiş gibi, ebedi zulmete mahkum bu bedbahtların da kendilerine göre bir görüşleri, bir duyuşları ve bir yaşayışları vardır.

Her akşam evime gelirken Acem  Sefarethanesi köşesinde gazete satan kör müvezziyi görünce dimağımda bu fikirler canlanır ve zavallı kör, kimbilir ne kadar bedbahtsın der geçerdim. Fakat bir sabah sokakların havasını titreten gür bir ses "Havadisçi!" diye sıcak odamda kulağımı tırmaladı. "Şu gazeteciyi çağırınız." dedim. Değneğinin delaletiyle sesin çıktığı tarafa geldi. Bu, Acem Sefarethanesinde gördüğüm kör gazeteciydi. İçeri aldım. Sıcak bir çay verdim. Soğuktan moraran elleri fincanın sıcak temasıyla harekete geldi. Yüzü, makas ve ustura görmemiş metruk ve perişan bir sakalla örtülmüştü. Yerinde rahat duramıyor, altındaki sandalye ona eğreti geliyordu. Çayı bitirip hemen kaçmak istiyordu. Yaşı elliyi geçkindi. Körlüğüne, ihtiyarlığına rağmen dilenmiyor, ekmeğini çalışarak kazanıyordu. Yağmur, kar dinlemiyor; fırtınanın elinden gazeteleri uçuran savleti karşısında o her gün üçle beş arasında Acem Sefarethanesi'nin köşesine gelip "Gazeteci, Havadisçi!" diye bağırarak ekmeğini çıkarmağa çalışıyordu.

- Baba adın ne?

- Hasan.

- Nerelisin?

- Erzurumlu.

- İstanbul'da ne arıyorsun?

Bu sual onu harekete getirdi. Onun da söylenecek bir derdi, deşilecek bir yarası vardı. O da felaket görmüş, ızdırap çekmişti. Efendi, dedi, buraya muhacirlikle geldim. Erzurum'da evimiz barkımız vardı. Hal ü vaktimiz yerinde idi. Ruslar geldiler elimizdekini alıp mahvettiler. Evvela Trabzon'a oradan da İstanbul'a ilticaya mecbur oldum. Ben de bir muhacirim, işte iyi kötü sürünüp gidiyoruz. Trabzon'a gelince bir müddet tütün sattım. Fakat kazancım günden güne azalıyordu. Dilenmeyi hiçbir gün hatırıma getirmedim. Çünkü vaktiyle ailem oldukça zengindi. Hayatta yalnız kalınca bir müddet babamdan miras kalan varidatla geçindim. Fakat param bitince dilencilik etmeği izzet-i nefsime yediremedim.  Paket paket tütün alır, kahve kahve dolaşarak satardım. Yavaş yavaş işim azaldı. Geçinemez oldum. O vakit herkes İstanbul'a geliyordu. Gelen kafilelerden birine takıldım, İstanbul'a geldim. Bir müddet serseri gibi dolaştım. İstanbul'da şaşırdım, bu koca şehirde hayatımı nasıl kazanacak, kendimi nasıl idare edecektim. Tanıdığım kimse de yoktu. Karımın delaletiyle Çınarlıtaş'ta bir yer bulduk.


- Vay sen evli misin?

- Elbette, ben de insanım, benim de ihtiyaçlarım, zevklerim vardır. Evliyim, hem çocuğum da var.

- Peki, karının ve çocuğunun şeklini, rengini, güzelliğini çirkinliğini fark edebiliyor musun? Onları nasıl seviyorsun?

Bu sual onu biraz düşünceye sevk etti. Kimbilir kaç defa bu sualleri o da kendi kendine sormuş ve cevap vermeğe çalışmıştı.

- Beyefendi, dedi. Biz hislerimizle görürüz. Bizim için ses her şeydir. İyiyi kötüyü, güzeli çirkini, ahlâklıyı ahlâksızı biz sesinden anlarız. Ses, bizim için her sırrın kapısını açan bir anahtardır. Bilmem siz kalbin sırlarını nasıl anlarsınız. İnsanlar vardır gönüllerde uçar gibi konuşur, yine insanlar vardır ki yerlerde sürünür gibi söz söylerler. Sesinde gurur ve azamet dalgalanan insanlarla, sesinde şefkat ve merhamet titreyen insanları birbirinden kolaylıkla tefrik edebilirsiniz. Bir güzelle bir çirkinin sesleri arasındaki bariz farka hiç dikkat ettiniz mi? Güzelin sesinde, söyleyişinde, sözünün ahenginde başka bir letafet, başka bir tatlılık vardır. Güzelin kanı sıcaktır. Çirkinin sesi de kendisi gibi çirkindir. İşte biz dünya ile temasımızı bu vasıta ile idame ederiz. Biz kulaklarımızla yaşarız.

Bu felsefeyi bitirdikten sonra Hasan, İstanbul'a geldikten sonraki hayatı hakkındaki izahatına devam etti.

- Ne iş yapabileceğimi anlamak için bir müddet sokak sokak gezdim. Satıcıların seslerine dikkat ediyordum. Ne satıyorlar ve nasıl satıyorlardı? Önümden panorama gibi yüzlerce satıcı geçiyor, kimi sebze, kimi meyve, kimi öteberi satıyordu. Fakat en çok duyulan ses müvezzilerin sesi idi. Onların çığırtkan sadaları sabahtan akşama kadar sokakları dolduruyordu. Kendi kendime bu şehirde en ziyade revaçta olan şeyin gazete olduğuna hükmettim. Sonra tahkik ettim. Verdikleri izahatlar hayatımı kazanabileceğimi gösteriyordu. Tanıdıklardan birisinin delaletiyle bir gazete idarehanesi bana birkaç gazete verdi. Onları ilk sattığım gün, İstanbul'da hayata atıldığım gündü. Günden güne işim iyileşti. Bugün, Allah'a bin şükür, günde bir iki lira kazanıyor, ailemi geçindiriyorum.

- Müvezzilik etmek için sokak sokak dolaşmak, kapıları bellemek lazım. Bu senin için müşkül olmuyor mu?

- Efendim, bu sualinizin cevabı gayet basittir. Biz sokakları taşlarına, satıhlarına göre sınıflara ayırırız. Mesela türbeden saparım, evvela asfalt düz bir zemin vardır. İlk kaldırım .......... sokağıdır, ikinci sokak .......... sokağıdır. Sokağa sapınca kapı ......... Bey'in, ikinci falan bey'in evidir. Yani hayalimde sokakların bir haritası vardır. Her köşeye işaretler koymuşumdur. Her evin kapısını önündeki taşların şeklinden veya kapının tarzından anlarım. Mesela burası ......... Bey'in evidir değil mi? Karşınızda oturan falan bey'e her sabah (Vatan) gazetesini bırakırım. Yalnız fena insanların elinde oyuncak olduğumuz zaman bizim için en azaplı anımızdır. Bazıları aczimizden istifade ederek bizi aldatmağa kalkarlar. Filvaki biz paraları kağıdının cinsinden anlarız. Madeni parayı tefrik daha kolaydır. Kağıt parayı da tefrik hususunda o kadar müşkülata uğramıyoruz fakat ne de olsa hissimizde aldanabiliriz.

Hasan birdenbire durdu. "Beyefendi, siz de bana neler söyletiyorsunuz. Bizim aczimizle, mahrumiyetimizle ve felaketimizle sizi de müteessir etmekte ne mana var ki!" dedi.

Hayatından memnun ve müteşekkir olan bu bedbaht ihtiyar çayı bitirmişti. Benden müsade istedi. Çünkü sokakta müşterileri bekliyordu. Bastonunun delaletiyle dışarı çıktı.

- Havadisçi.. Gazeteci.. diye bağırarak sokakların meçhul ve karanlık ağuşuna atıldı.