15 Ekim 2013 Salı

Sultan Abdülhamid Han'ın Cuma Selamlığı


Selamlık Resm-i  Âlisi
Dünkü Cuma günü selamlık resm-i âlisi ber-mutâd Hamidiye Cami-i Şerifi’nde icrâ edilmiş ise de şimdiye kadar emsâli görülmemiş bir derecede parlak ve samimi olmuştur. Otuz iki seneden beri padişahlarının yüzünü görmekten mahrum kalan ve müşahededen men edilen evlâtlar gibi mahzun olan efrad-ı millet, İslâm, hristiyan, genç, ihtiyâr, kadın, erkek yüzbinlerce halk dün sabah fevc fevc Yıldız Sarayı civarına şitâbân olmakta idi. Milletin şevk ü şâdisi nâkâbil-i tarif ve tasvir bir derecede idi. Nice seneler baba muhabbetinden mahrum kalmış evlâtlar aguş-i pedere ne derece hâhiş ile koşar ise bütün Osmanlılar Hamidiye Camii civarına öyle bir sevinç ve heyecan ile gidiyorlar idi. Bu meserrete ecânib bile iştirak etmiş, birçokları efrâd-ı millet arasına karışmış idi. Selamlık resminde hazır bulunacak asâkir-i Osmaniye musıka bandoları nice zamandan beri kulaklarımızın hasret kaldığı millî havaları terennüm ederek geçmekte, her sokakta, her adım başında en samimi alkışlara nail olmakta idi. Yıldız Sarayı civarındaki bahçeler, talimhane meydanı, Hamidiye Cami-i şerifi dahil ve harici, kasr-ı hümayun önündeki bahçe misafirin-i ecnebiyeye mahsus set, elhasıl harem-i hümayun kapısına kadar her taraf yüzbinlerce ahali ile dolmuş idi.

Padişahımız Efendimiz Hazretleri saat beş raddelerinde saray-ı hümayunlarından araba ile cami-i şerife geldiler. Velinimetimiz elbise-i resmiyelerini lâbis, (hanedan-ı âl-i Osman) ile diğer nişanları hâmil idi. Muvacehe-i hümayunlarında sadrazam Said ve harbiye nâzırı Rüştü Paşalar hazeratı bulunmakta idi.


Padişahımız Efendimiz Hazretleri’nin saray-ı hümayun kapısından çıkmalarını müteakip ‘Padişahım Çok Yaşa’, ‘Yaşasın Hürriyetperver Padişahımız’ nidaları semavata kadar yükseldi. Milletin meserreti, bahtiyarlığı hakikaten tasvir edilemeyecek bir derecede idi. Otuz iki seneden beri bazı hainlerin, devlet ve millet düşmanlarının  iğfalatı neticesi olarak didar-ı hümayunu göremeyen, padişahlarını bütün kalpleri, mevcudiyetleri ile alkışlayamayan efrad-ı ümmet meserretle dolmuşlar idi. Milletin bu meserreti, sadakati padişahımız efendimizin o derece memnuniyet ve mahzuziyetini mucib olmuştur ki gayet beşüş, şen ve şatır bir tavır ile arabalarında ayağa kalkarak mahzuziyet-i seniyyelerini halka bizzat tebliğ ve tebşir buyurmuşlardır.

Padişahımız Efendimiz Hazretleri salat-ı cumayı eda ettikten sonra saat beş buçukta cami-i şeriften çıkarak yine araba ile ve muvacehe-i mülûkânelerinde  şehzade devletlü necabetlü Burhaneddin Efendi Hazretleri ve harbiye nâzırı bulunduğu halde kasr-ı âliye avdet buyurmuşlar, bu defa da en samimi bir hiss-i sadakat ve meserret ile alkışlanmışlardı.

Velinimetimiz Efendimiz Hazretleri kasr-ı âliye avdetinden sonra orta kattaki pencerenin kanatlarını bizzat küşad ve kasrın önündeki bahçeye toplanan yüzbinlerce tebaa-yı sadıkalarına tekrar tekrar iltifat buyurmuşlardır. Bu sırada efrâd-ı millet sürur ve heyecanlarından ağlıyorlar idi. Fakat ne tatlı ağlayış!


Şevketmeab Efendimiz Hazretleri milletin bu muhabbet ve sadakat-ı fevkaladesinden pek ziyade memnun olmuşlar ve nezd-i hümayunlarında bulunan bazı zevata hitaben:
“Ben milletimi severim. Hainler beni şimdiye kadar aldatmışlar. Artık millet benimle ben milletimle yaşayacağım. Sadakatlerine eminim.” buyurmuşlardır.

Zât-ı şâhâne bu sözleri söyledikleri esnada pek müteessir oldukları gibi hazır bulunan efrâd-ı millet şiddet-i teessürlerinden gözyaşları dökmekte idi.

Millet alkışta devam ediyor, ‘Padişahım Çok Yaşa’ duası tekrar olunuyor idi. Vaki’ olan emr ü ferman-ı hümayun üzerine hazır bulunan bilumum asâkir-i şâhâne ile yüzbinlerce efrâd-ı millete şerbetler ve bisküviler tevzi’ olunmuştur.

Selamlık resm-i âlisinin hitamını müteakip Romanya tebaasından mürekkep bir orkestra takımı misafirin-i ecnebiyeye mahsus set üzerine gelerek marş-ı Hamidiye’yi terennüm etmiştir. Bu münasebetle dahi ‘Padişahım Çok Yaşa’ duası tekrar edilmiştir.

(1 Ağustos 1908)

[Günümüz Türkçesine çeviren: beyzade25]

14 Ekim 2013 Pazartesi

Kurban Bayramımız Mübarek Olsun

Iyd-i said-i adha



Bayram münasebetiyle 'Hüseyin' en samimi
tebrikâtını takdim eder;)


11 Ekim 2013 Cuma

Neyzen Tevfik'le Mülakat

Senenin altı ayını meyhanede, altı ayını da hastanede geçiren bu adam, dün arkasında temizce bir ceket, başında güzel bir kalpak, ayaklarında az giyilmiş rugan iskarpinler ve elinde ney’i olduğu halde idarehanemize geldi. Hastaneden o gün çıkmış, ağız burun yerine gelmiş, gözlerindeki şişlik, burnundaki morluk, lisanındaki lüzucet zail olmuş, yani Tevfik tam bir adama dönmüştü.Dedim ki:
- Sen bir ay daha hastaneden çıkmamalıydın Tevfik! Çünkü bir ay sonra çıktığın zaman rakıyı yasak olmuş, meyhaneleri kapanmış bulacaktın ki bu senin için pek hayırlı olur.
- Ah benim efendim.. Rakı yasak olursa gelip beni bulacak başka bela mı yok? Bakın, size geçen akşam hastanede yazdığım muhammesin bir iki parçasını okuyayım:

Bağlıyım hayvanlığın pür-mest ü hikmet-i bendine
Tabiyim emaretin her bir fesad u fendine
Nefsimin astım kulak çengel-i fısk u pendine
Mahv u ifna istemez bir yerde kendi kendine
Kahreder erbabını iddia-yı sanat zilleti

Vakıa insaf ile etsem tefekkür ben kimem?
Bir muhite düşmüşem ki Hakk’a nankör, ben kimem?
İ’tilaya mutlaka lazım asansör ben kimem
Görmüş olsa anlamazdı şimdi Pastör, ben kimem?
Güç gelir insanlığa nice bu ricat zilleti

Aşinalık var ezelden cümle menhiyyat ile
Hallolunmaz maceralar nehy ile isbat ile
Geçti ömrüm ah ile, eyvah ile, heyhat ile
Niyet ettim terk-i isyan etmeğe kerrat ile
Güçce geldi nefsime da’va-yı iffet zilleti


Neyzen burada sustu, bir müddet tefekküre daldı, sonra ney'ini eline alıp üflemeğe başladı. Tevfik’i ayık olarak çalarken üçüncü defa dinliyordum. Aman Yarabbi, bu asi ve çılgın sanatkâr bugün ne kadar coştu, elindeki adi kamış parçasına neler söyletti, ne harikalar yaptı. Arkadaşlar kendilerinden geçtiler. Bilhassa Neyzen’in karikatürünü yapmağa hazırlanan ressam, elinde kâğıt kalemle, cezbeye tutulmuş dervişler gibi masanın üstüne yığıldı, kaldı.
Tevfik’e alafranga, alaturka musiki hakkındaki fikirlerini sorduk, dedi ki:
- Musikinin alaturkası, alafrangası olmaz. Ruhunda, dimağında, hayalinde oluşan güzel nağmeleri sazda hakkıyla yapabilir misin, işte musiki budur. Musikişinas da sensin. Türk’ün güzeli var da Rus’un yok mu? İngilizlerin var da Fransızların yok mu? İşte musiki de  böyledir.
- Bugünkü edebiyat hakkındaki fikriniz?
- Sıkıntı bastı, müsaade edin kalkayım.. Başka vakit yine görüşürüz..
Kapıya kadar gitti, sonra döndü:
- Bugün hâlâ edebiyatla uğraşan budalalar var mı? Abdülhak Hamit’in kılık kıyafet cihetinden Neyzen Tevfik’e döndüğü bu zamanda, yalnız Süleyman Nazif Bey’e düşen bir vazife vardır ki o da “Buyrun edib kişi niyetine!” deyip meslektaşlarını cenaze namazına davet etmek..

(22 Kanun-i Sani 1339)

[Günümüz Türkçesine çeviren: beyzade25]

8 Ağustos 2013 Perşembe

Ramazan Bayramı'mız Kutlu Olsun

(Iyd-i said-i fıtr)


Bayram Tebriği
Cenab-ı Hak, ıyd-i fıtrın hululunu(Ramazan Bayramı'nın gelişini) bilcümle ehl-i imana müteyemmen?(hayırlı, uğurlu) ve yıllardan beri sevinmek duygusunu unutmuş olan müslümanların kulubunu(kalplerini) bari bu sene şen buyursun.



31 Temmuz 2013 Çarşamba

Türkler'de Vampir İnanışları


Aşağıda sadeleştirilmiş olarak verilen yazı 1833 yılında Tırnova kadısı Ahmet Şükrü Efendi tarafından hükümet merkezine gönderilmiş ve Takvim-i Vekayi gazetesinin 68. sayısında yayınlanmıştır:

" Tırnovada cadılar türedi . Gün battıktan sonra evlere dadanmaya başladı. Zahireye dair un, yağ, bal gibi şeyleri birbirine katar ve bazen içlerine toprak karıştırır. Yüklüklerde bulduğu yastık, yorgan, şilte ve bohçaları didikler, açar, dağıtır insanların üzerine taş, toprak, çanak ve çömlek atar, hiç kimse bir şey göremez. Birkaç kadın ve erkeğin üzerine saldırmış. Bunlar çağırıldı, soruldu: “Üzerimize sanki manda çökmüş sandık“ dediler. Bu yüzden mahalle halkı evlerini başka yana taşımışlardır. Kasaba halkı bunların cadı denilen habis ruhların eseri olduğunda ittifak etti. İslimye kasabasında cadıcılık ile tanınmış Nikola adındaki adam getirildi ve kendisiyle 800 kuruşa pazarlık edildi. Bu adamın elinde resimli bir tahta vardı. Mezarlığa gider, tahtayı parmağının üzerinde çevirir resim hangi mezara bakarsa cadı o mezardaki habis ruh imiş. Büyük bir kalabalıkla mezarlığa gidildi. Resimli tahtayı parmağında çevirmeye başlayınca resim sağlıklarında yeniçeri ocağının kanlı zorbalarından Tekinoğlu Ali Alemdar ile Apti Alemdar denilen iki şakinin mezarına karşı durdu. Mezarlar açıldı. Cesetler yarım misli büyümüş, kılları ve tırnakları da üçer dörder uzamış bulundu. Gözlerini kan bürümüş, gayet korkunç idi. Mezarlıktaki bütün kalabalık bunu gördü. Bu adamlar sağlıklarında her türlü pis çirkin işi yapmış, ırza, namusa, mala saldırmış, adam öldürmüş Yeniçeri ocakları kaldırıldığı zaman her nasılsa yaşlarına bakılarak cellada verilmemiş ecelleri ile ölmüş kişilerdi. Sağlıklarında yaptıkları yetmezmiş gibi şimdi de halka habis ruh olarak tebelleş olmuşlardı. Cadıcı Nikola’nın tanımına göre , bu gibi habis ruhları defetmek için cesetlerin göbeğine birer ağaç kazık çakılır ve yürekleri kaynar su ile haşlanırmış. Ali Alemdar ile Apti Alemdar’ın cesetleri mezardan çıkarıldı. Göbeklerine birer ağaç kazık çakıldı ve yürekleri bir kazan kaynar su ile haşlandı. Fakat hiç tesir etmedi. Cadıcı “bu cesetleri yakmak gerek” dedi. Bu hususda şer’an da izin verildi ve iki yeniçerinin mezardan çıkarılan cesetleri mezarlıkta yakıldı. Çok şükür kasabamız da cadı şerrinden kurtuldu. "

Yukarıda anlatılan olayın yer aldığı metin

Tırnova kadısının naklettiği olay türün literatürüne uygun bir vampir olayıdır. Arada küçük farkları olsa da klasik cadıcılık yöntemlerini izlemektedir. Örneğin kazık göbeğe değil de kalbin hizasına çakılır yürekleri kaynatmak kadar cesetlerin kellelerini uçurmak da geleneğe göre etkin bir çaredir. Bu tür asılsız söylentilerin halkı disiplinsiz yeniçerilere karşı harekete geçirmek için ortaya atıldığı sanılmaktadır. [1]

1. İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, 25. Baskı, Sayfa 38
(Bu yazı için wikipedia'dan yararlanılmıştır.)

27 Temmuz 2013 Cumartesi

Cambazbaşı Rıza Bey

Cambazbaşı Çerkes Rıza Bey'i eski kartpostallarda görmeniz mümkündür. Kartpostallardaki haline bakılırsa değişik bir kişi olduğu fark edilecektir şüphesiz. Hakkında çok fazla bilgi sahibi olmadığımız bu renkli kişilik hakkında ipuçları verebilecek birkaç fotoğraf paylaşalım..

Canbazbaşı Çerkes Rıza Bey'in en kavi zincirleri vücuduna dolayarak
bir kuvve-i harika ile ve ..... suretiyle kırması

Canbazbaşı Rıza Bey

Canbazbaşı Çerkes Rıza Bey'in zorbazevî* maharetiyle zinciri
dizi üzerinde koparması
*Zorbaz:  Kuvvet oyunları gösteren sanatkâr. Bu oyunlar hünerden çok güce, kuvvete dayandığı için zor oyuncusu demek olan bu tabir meydana gelmiştir. Kuvvet oyunlarını gösteren cambazlara zorbaz denirdi.

Canbazbaşı Rıza Bey'in diş ile top atması

Canbazbaşı Rıza Bey'in kamalarla icra-yı hüner eylemesi

Canbazbaşı Rıza Bey'in iki büyük topu kaldırıp bir anda ateş etmesi

İane sergi-i âlisi bahçesinde icra-yı hüner eden Canbazbaşı Rıza
Bey'in göğsü üzerinde taş kırması









4 Haziran 2013 Salı

Taksim Topçu Kışlası

Kim Tutsa Elinde Kalıyor!
Sağdakiler- Biraz daha gayret.. Onların çektikleri çürük iptir, şimdi kopar!
Soldakiler- Bizim ip koparsa onlar da kıçları üzerine otururlar ya!

19 Mayıs 2013 Pazar

Münâcât / Şinasi

Hak-teala azamet aleminin padişehi
La-mekandır olamaz devletinin taht-gehi

Hasdır zat-ı ilahisine mülk-i ezeli
Bi-hudud anda olan kevkebe-i lemyezeli

Eser-i hikmetidir yerle göğün bünyadı
Dolu boş cümle yed-i kudretinin icadı

İzzet ü şanını takdis kılar cümle melek
Eğilir secde eder piş-i celalinde felek

Emri vech üzre yer eyler gece gündüz hareket
Değişir tazelenir mevsim-i feyz ü bereket

Pertev-i rahmetinin lemasıdır ayla güneş
Tab-ı hışmından alır alsa cehennem ateş

Şerer-i heybet-i ulviyyesidir yıldızlar
Anların şulesi gök kubbesini yaldızlar

Kimi sabit kimi seyyar be-takdir-i Kadir
Tanrı'nın varlığına her biri bürhan-ı münir

Varlığın bilme ne hacet küre-i alem ile
Yeter isbatına halk ettiği bir zerre bile

Göremez zatını mahlukunun adi nazarı
Hisseder nurunu amma ki basiret basarı

Vahdet-i zatına aklımca şehadet lazım
Can ü gönlümle münacat ü ibadet lazım

Neşe-i şevk ile âyâtına tapmak dilerim
Anla var Hâlik'ıma gayrı ne yapmak dilerim

Ey Şinasi içimi havf-ı ilahi dağlar
Suretim gerçi güler kalb gözüm kan ağlar

Eder isyanıma gönlümde nedamet galebe
Neyleyim yüz bulamam ye's ile afvım talebe

Ne dedim! Tövbeler olsun bu da fi'l-i şerdir
Benim özrüm günahımdan iki kat bed-terdir

Nur-ı rahmet niye güldürmeye ruy-ı siyahım
Tanrı'nın mağfiretinden de büyük mü günahım

Bi-nihaye keremi aleme şamil mi değil
Yoksa alemde kulu aleme dahil mi değil

Kulunun za'fına nisbet çoğ ise noksanı
Ya anın kahrına galib mi değil ihsanı

Sehvine oldu sebeb acz-i tabii kulunun
Hem odur alem-i manide şefi'i kulunun

Beni afv eylemeğe fazl-ı ilahisi yeter
Sanma hâşâ kerem-i na-mütenahisi biter!



24 Nisan 2013 Çarşamba

Gurbet Benim İçimde

Kemalettin Kamu'nun "Gurbet Benim İçimde" adlı şiiri

Gurbet o kadar acı
Ki, ne varsa içimde
Hepsi bana yabancı
Hepsi başka biçimde

Eriyorum gitgide
Elveda her ümide
Gurbet benliğimi de
Bitirmiş bir içimde

Ne arzum, ne emelim
Yaralanmış bir el'im
Ben gurbette değilim 
Gurbet benim içimde

(Dinlemek isteyenler için)

7 Şubat 2013 Perşembe

Zaro Ağa'nın Bilmediğimiz Tarafları


Zaro Ağa Son Demlerinde Okumak Öğrenmek İçin Bir Hoca Tutmuştu

İhtiyarlar Kralı Ömründe İçki İçmemiş, Yalnız Bir Kere Amerika’ya Gittiği Zaman..




Dün Zaro Ağa’nın kızı Güllü Hanım’ın oturduğu eve gittim. Kadıncağızın derdi biraz hafiflediği için babasına dair sorulan şeyleri doğru dürüst anlatıyordu. Fakat Güllü Hanım’ı ve diğer akrabalarını dinledikten sonra hayret ettim. Meğer Zaro Ağa’nın bilmediğimiz ne çok hususiyetleri varmış.
Güllü Hanım ikide bir de:
- Yetim kaldık işte!.. diye söze başlıyordu. Başka akrabaların da yardımıyla Zaro Ağa’nın hayatının karanlık noktalarını deşiyorum:
- Ah!. Ah!. diyorlardı. Öyle akıllı, öyle bilgiç insandı ki sorma efendi. Her şeye merakı vardı. Her şeyi öğrenmek isterdi. Bir gün Ağa’ya bir yerden mektup geldi. Okutmak için birisini aradık. Bulamayınca:
- Ben artık okuyacağım, dedi.
Biz:
- Zaro Ağa.. Sen artık yaşını başını aldın, vazgeç bundan!.. dedik ama dinlemedi. Kahvede Ahmet Efendi adında birini kendisine hoca yapmış. Hani para ile değil. Hatır için.. Ahmet Efendi’nin bir küçük oğlu vardır. O da Ağa’ya bir kitap vermiş. Ama işte eceli vefa etmedi. Tam yazıyı az buçuk sökeceği zaman hastaneye yattı. Kuş gibi uçtu gitti. Her şeyi öğrenmek isterdi.
- Ağa nasıl eğlenirdi? Acaba hiç içki içmiş mi?.
- Ne?. İçki mi?. Tövbe.. Tövbe ya Rab.. Ağa ömründe ağzına rakı koymamıştır. Yalnız bir kere Amerika’da o da kendisi bilmeden muz şurubu mu? Muz likörü mü nedir? Bilmem ki.. İşte ondan içmiş.. İçtikten sonra tükürmüş, tükürmüş ama fayda etmemiş.. Hep:
- Tüh.. Tüh.. Bilmeden başımızı günaha soktuk.. der dururdu.
- Peki nasıl eğlenirdi?
- Kahveye giderdi. Torununun kahvesi vardır. Orada oturur, uzun uzun gezdiği yerleri anlatırmış. O kendisine eğlence bulurdu. Torununun torunu ile çok oynardı. Sakalını küçük torununun yüzüne sürüp onu kızdırmayı çok severdi.
Hakikaten bunu ben de hatırlıyorum. Amerika’dan geldikten sonra eve girer girmez ilk işi bu torununun torununu yakalamak, sakalını sürerek onu cıyak cıyak bağırtmak olmuştu.
Son zamanlarda Amerika’dan bir mektup gelmişti ya.. Bu mektup cevaplı idi. Zaro’dan gelip gelmeyeceğini soruyorlardı. Zaro çok düşündü:
- Gitsem mi? Gitmesem mi? Diye herkese sordu. Nihayet bir zamanlar:
- Haydi gideyim!.. diye gezdi, dolaştı, gitmek istiyordu da.. Amerika’da giydiği kara elbiseleri ilk günler sandıktan çıkarıp evin içinde giyer, öyle dolaşırdı..
- Haydi sokağa çıksana.. deyince de kızar:
- Ben maskara değilim!.. derdi.
Uzun kara esvaplar öyle yakışırdı ki vallahi efendi dünyada ona 159 yaşında demezdin. Bir kere onun gönlünü yaptılar, bu kıyafetle daireye götürmek istediler. Tophane’ye kadar gitmiş, kahvede:
- Aman Zaro Ağa.. Böyle gitme seni müdür zannederler, demişler.. Geri döndü, soyundu. Elbiselerini de öteye beriye dağıttı.
- Sahiden evlenmek istiyor muydu? Mütemadiyen evlenmekten bahseder dururdu.
- Yok efendi yok.. O şakacı adamdı. Şakayı çok severdi. Ne evlenmek isterdi ne bir şey.. O gazetecilere böyle söylerdi ki latife olsun diye.. Yoksa biz kaç kere ona söyledik:
- Ağa dedik.. Kudret Hanım da öldü. Kudret Hanım eski karısı. Sen yalnız kaldın. Bakılmak istersin. Gel seni evlendirelim.
- Yok.. Yok.. İstemem.. dedi.
Ona kısmetler de çıktı. Ağa ile evlenmeğe kalktılar. O :
- Ben bu yaştan sonra evlenmem! dedi.
- Belki kısmetleri ihtiyardı?
- Gençleri de vardı ama evlenmek istemiyordu. O latife olsun diye evlenmek isterdi.
Hey gidi koca Zaro hey.. Biz de seni yüzü ergenlikli, evlenmeye can atan 18 yaşında bir delikanlı hislerini taşıyor zannederdik!

(Hikmet Feridun, 1934)

28 Ocak 2013 Pazartesi

Eyüplü Deli Hidayet

Eyüp Sultan'ın sayılı ve namlı abdallarından bir Deli Hidayet vardır ki bir dakika çenesinin sustuğu görülmez. Mütemadiyen zır zır söyler. Gündüz, gece her sokağı dolaşır, her çeşme başında başını, kollarını, göğsünü yıkar. Yaz, kış incecik keten bir ceket arkasında.. Göğüs bağır al açık.. Ayaklarında  yırtık pırtık bir ayakkabı.. Püskülsüz, ağarmış yağlı fesi koltuğunun altına sıkıştırmış, ellerinde yemiş ve yiyecek çıkınları.. Bir kâse, bir kaşık.. Her arzu ettiği yerde bir mola verir, her çaldığı kapı teyzesinin evidir. "Teyze bu akşam bana ne vereceksin? Hani fotinler? Sen de yalan söylüyorsun, yarın akşam hazırla e mi? Unutma." Böyle ekseri evleri dolaşarak akşamı eder ve gece yarılarına kadar sokak sokak dolaşmaktan bıkmaz usanmaz.

Sonra Eyüp'te ne kadar tekke var hepsine müdavimdir ve tekkeden çıkınca göz aşinalarından birine rast geldi mi ilk işi: "Neden balçığa gelmedin ne güzel oldu. Hoş ben de olmayaydım falso edeceklerdi ya. Yarın akşam Selami'ye gel, olmaz mı?" der ve yerlere bakına bakına omuzlarını aşağı yukarı indire kaldıra bir sarhoş gibi iki tarafa yalpa vura vura yürür.

Her semtin her devirde yetiştirdiği söz dinlemez haşarı sokak döküntüleri vardır. Bizim semtin bu nev'i yumurcakları da harpten evvel Hidayet'le "Deli Hidayet" diye eğlenirler, Ramazan'da ise "Hidayet oruç yiyiyor" diye arkasından bağırırlardı. Zavallı Hidayet oruçlu olduğunu anlatmak için her gece: "Efendi amca Hidayet oruç yiyor diyorlar. Bak dilime, oruçsuz muyum?" diye musallat olur ve ağız dolusu küfürlerle onlara mukabelede bulunurdu.

Harp içinde Hidayet'i kızdıracak yeni bir eğlence daha ihdas ettiler: "Hidayet ekmek satıyor." Bunu işitti mi bütün gılzetiyle taşar, ağza alınmayacak küfürler savururdu. Mütareke oldu ekmek bulundu, bütün o satış dalavereleri ortadan kalktı. "Hidayet ekmek satıyor" sözü bitmedi.

Geçen gün kahvede oturuyordum. Hidayet uzaktan sökün etti. Peşinde sürü ile haşerat. Aynı nakaratı tekrarlıyorlardı. Yumruğunu sallaya sallaya hızlı hızlı halka hitaben: " Herkes meyhaneye gider kimse eğlenmez. Sabırsızlık eder iki gün sonra salıverilir. Sabahtan akşama kadar kahvede kumar oynar. Biri çıkıp da: "Ayol nedir senin yaptığın bu kepazelik" demeye dili varmaz, ağzını açan bile olmaz. Sonra sen tekkeye gidersin abdal derler. Doğruyu söylersin deli derler. Bilmem ki ben de şaşırdım, ne yapacağım? Allah aşkına bu yumurcaklara söyleyin peşimi bıraksınlar. Ben deliyim de bunlar akıllı mı? Bunlara anaları evde terbiye vermezler mi? Sokaklardan köpekleri toplayacaklarına bunları toplasalar ya? Bunlardan ne hayr umulur?" Ben daha fazla dayanamadım, deli deli diye eğlendikleri bu adamın ağzından çıkan bu doğru ve haklı sözler karşısında başımı önüme eğdim ve uzaklaştım. O, coşmuş ve köpürmüş tavrıyla hâlâ anlatıyordu.

(11 Ağustos 1337)

[Günümüz Türkçesine çeviren: beyzade25]

18 Ocak 2013 Cuma

Devletimizin Neden Bir Arması Yok?

Armalar bir anlamda bir ülkenin prestiji olarak düşünülebilir. Bir çok ülkenin bayrağının yanı sıra arması da mevcuttur. Fakat bizim bir armamız her nedense yok! Osmanlı Devleti'nin de bir arması vardı, malumunuzdur, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir arması hâlen daha yok.. 
Bundan 86 sene önce yani 1927'de gazetelerde en seçkin bir "devlet arması" oluşturulması için Maarif Vekâleti tarafından yarışma düzenlendiği ve içlerinden birisinin (Namık İsmail Bey'in yaptığı armanın) benimsendiği yer alır. Bu arma ortada Türk bayrağı, bayrağın hemen üstünde bir meş'ale, bayrağın altında bir bozkurt, en altta Osmanlıca harflerle "T.C." ve yanlarında buğday ve yapraklar olmak üzere tasarlanmıştır. Bu arma birinci seçilmiştir ama hiç kullanılmamıştır.
6 Kanun-i Sani 1927 tarihli Cumhuriyet gazetesinde şu haber yer alır:
"Armamızın Kabul Edilen Şekli
Yeni armanın Türkiye Cumhuriyeti'ni, bütün güzelliğiyle temsil edebilmesi için daha canlı ve daha san'atkârane bir tarzda teressümü lazımdır."

1 Ocak 2013 Salı