En aziz saydığım dostlarımı bile bazen senelerce görmesem,
yine görmek aklıma bile gelmezken nedense geçen hafta, şimdiye kadar ancak bir
iki kere merhabasını almış olduğum Pazarola Hasan Bey’i dehşetli göresim
gelmişti. Lakin mübarek ortada yoktu, kaç ay vardı ki onu ne Beyazıt
Meydanı’nda dalgın ve lakayt bir feylesof salınışıyla geçerken, ne sahaflardaki
esnafı öğle namazına davet ederken, ne çarşıdaki dükkâncılara iltifatlar yağdırırken
gördüğüm yoktu. Meraka düşmüştüm, acaba diyordum, Hasan Bey ne oldu? Bir yere
mi gitti, Hafazanallah hastalandı mı, yoksa Allah geçinden versin öldü mü?
Sonra yine bunların hiç birine ihtimal veremiyor, eğer böyle olsa diyordum,
muhakkak gazeteler yazardı. Hasan Bey değil yalnız İstanbul’da, bütün
Türkiye’de tanınmış en meşhur simalardan idi ki eğer bir yere gitseydi
gazeteler muhakkak “gelenler, gidenler” sütununa onun da ismini eklerlerdi.
Hasta olsaydı, kendisini günde kaç kişinin ziyaret ettiğini ve hangi mütehassıs
doktorlar onun tedavisine çalıştığını, hatta raporlarını neşrederlerdi ve eğer
ölmüş olsaydı bu kara haberi birinci sayfalarına, hem de kocaman otuz altı
punto harflerle ve bir “ziya-yı azim” sernamesiyle koyarlardı. Hatta diyebilirim
ki, eğer böyle bir şey olsaydı belki onun namına Beyazıt Meydanı’na bir heykel
dikmeye, Unkapanı’ndaki küçük pazar caddesinin ismini “Pazarola Hasan Bey
Caddesi” olarak değiştirmeye kalkanlar bile bulunurdu. Çünkü Hasan Bey öyle
bizim gibi az buz bir adam değildir. Körler memleketinde şaşılar hükümdar
olduğu gibi Hasan Bey de bu memlekette bir çok meşhur simalardan daha ziyade
maruf ve muteberdi. İnanmazsanız Mahmut Paşa’nın alt başından tutun ve
kalpakçılar yoluyla Beyazıt’tan geçerek Şehzadebaşı’ndan, Vefa’dan Unkapanı’na
kadar şöyle bir cevelan yapın ve yolda rastgeldiğinize, bütün esnafa ve yedi
yaşından yetmiş yaşına kadar kadın erkek, çoluk çocuk herkese sorun, Hasan
Bey’i gayet iyi tanırlar. Fakat yine bunlardan birine faraza memleketin
ediplerinden ve şairlerinden Celal Sahir’i, Hüseyin Siret’i, Faik Ali’yi,
Hüseyin Sadi’yi, Florinalı Nazım’ı, Ali Ekrem’i, hatta Abdülhak Hamit’i sorun,
tanımazlar ve bilmece çözer gibi “bu sorduklarınız canlı mı cansız mı, yenir mi
yenmez mi?” diye onlar da size sorarlar. İşte ben saydığım bu zevat-ı kiramdan
daha ziyade meşhur olan Pazarola Hasan Bey’i geçen hafta göreceğim gelince
hemen Beyazıt’taki Sahaflar’a koştum ve orada Ali Baba isminde bir ihtiyardan
sordum. Adamcağız oldukça melul bir çehre ile:
- Evlat dedi, onu çoktandır benim de gördüğüm yok. Hatta
bundan dolayı pek üzgünüm. Çünkü Hasan Bey’i kaç zamandır görmeyeli
alım-satımlarımıza bir durgunluk, kazançlarımıza kesat geldi. Zannedersem kış
dolayısıyla evinden dışarıya çıkmıyormuş. Niyetim, bu cuma kendisini evinde
ziyaret etmektir.
Ali Baba’dan Hasan Bey’in adresini aldım, doğruca Unkapanı
civarındaki Atlamataşı’na gittim. Orada ilk rastgelen bir adama sordum:
- Birader, afedersiniz, Pazarola Hasan Bey’in evi nerede?
Vay efendim sen misin soran?.. Derhal bu sözü duyan etrafta
ne kadar bakkal, kasap, kahveci, manav, turşucu, seyyar satıcı, kadın, çoluk
çocuk varsa hepsi birden:
Gelin gösterelim diye etrafımı sardılar ve hacı götürür gibi
izzet ve ikramla beni bir sokağın içinde nalburun üstündeki eskice bir eve
götürdüler. Kapıyı ihtiyar bir kadın açtı, ne istediğimi sordu, Hasan Bey’i
görmeye geldim deyince beni içeriye aldı. İki tarafında boş gaz tenekeleri
istif edilmiş ufak bir avludan geçtikten sonra orta katta bir odaya girdik.
Burası Hasan Bey’in kendi odası imiş. Kadın, biraz oturun, kendisi bahçededir
çağıralım dedi ve beş dakika sonra yanında beyaz sakallı ve sarıklı babasıyla,
beş yaşında bir çocuk olduğu halde Hasan Bey gülerek içeriye girdi:
- Kimdir o bakayım beni arayan?
- Afedersiniz Hasan Bey, ben arıyorum!
Hasan Bey kulakları bende ve gözleri başka tarafta olduğu
halde yanıma sokuldu ve sordu:
- Beni niçin arıyorsun?
- Göreceğim geldi de arıyorum.
- Öyleyse sefa geldin, hoş geldin!
- Sefa bulduk, hoş bulduk!
Arkasındaki çiçekli hırkayı toplayarak mindere oturdu. Sonra
babasını takdim etti:
- Babamı tanır mısın? Bu benim babam.
- Oh.. Teşrif ettin efendim..
- Demin aşağıda gördüğün kadın da annem..
- Allah seni anana babana bağışlasın!
- Bu çocuk da bizim akrabadan.. Senin de annen baban var mı?
- Annem var.
- Baban yok mu?
- Yok.
- (Kendi babasını göstererek) Bu senin baban olsun mu?
- Olsun..
- Öyleyse kalk öp elini..
Naçar kalkıp Hasan Bey’in babasının elini öptük. Bu sefer o
sordu:
- Evlat, bizim Hasan’ın arkadaşlarındansınız galiba!..
- Evet efendim..
- Kendisini sever misiniz?
- Diğer arkadaşlarımdan fazla severim.
- Efendim, Hasan’ın başından geçen o bir sene evvelki araba
kazası dolayısıyla biraz kendisine durgunluk geldi, onun için şimdi sık sık sokağa
çıkmıyor, mamafih ziyaretçileri eksik olmuyor, her gün bir çok ziyaretçi gelip
ellerini Hasan’ın ellerine sürüyor ve o günkü kârlarının açık olması için onun
duasını alıp gidiyorlar. O zaman ben de hemen elimi Hasan Bey’in eline sürerek:
- Öyleyse bana da dua et de bugün kârım açık olsun..
Gülerek dua etti:
- Peki.. Sana da pazarola yazıcıbaşı! Sizin dükkânınız
nerede?
- Bâb-ı Âli
caddesinde..
Bu esnada Hasan Bey kalktı ve benden müsaade istedi:
- Gazetecibaşı artık bana müsaade.. Ben tekkeye gideceğim..
- Hangi tekkeye?
- Küçük Mustafa Paşa’daki Karasarıklı’ya..
- Sen hangi tarikattensin?
- Rufaiyim.. Haydi Allahaısmarladık..
- Güle güle Hasan Bey!
Hasan Bey odadan çıkarken babası içini çekti ve bana biraz
daha oturmamı işaret ederek dedi ki:
- Allah bağışlasın Hasan’ım kırk-kırk beş yaşlarında vardır
fakat bak henüz yirmi beş yaşında bir delikanlıdan farkı yok. Allah onu
aramızdan eksik etmesin. Ben artık ihtiyarladım, çalışamıyorum lakin Hasan’ımın
biraz geliri var. Onunla geçiniyoruz. Bu gördüğün hatun da onun üvey anasıdır,
asıl anası daha Hasan iki aylıkken vefat etti. Sonra on sene kadar bekar yaşadım,
bu kadınla evlendim. Bu Hasan’ın dayısının haremiydi. Dayısı o zaman ince
hastalıktan ölmüştü. Adamcağız sözünü tamamlayamadan Hasan Bey kapıdan başını
uzatarak sordu:
- Baba sen ne zaman öleceksin? Artık senin vaktin gelmiştir,
ölsene!
- Benim ölmemden sana ne fayda var ki?
- Öl de sana cuma geceleri Yasin okuyayım! Senin ruhun için
lokma dökeyim, helva pişireyim!
Ben de dedim ki:
- Aman Hasan Bey, sen lokma dökmek, helva pişirmek için
babanın ölmesini bekleme! Sevap işlemek istiyorsan bizimkiler için oku, onlar
için lokma dök, helva pişir. Zira kaç sene var ki geçinme derdiyle biz ölüyü de
unuttuk diriyi de! Hem bunlardan vazgeçmedik, kandillerde bir su bile sebil
ettiremiyoruz!
- Peki öyleyse ben sizin için hepsini yaparım. İsterseniz
siz de ölün, mezarınıza gelip kandil yakayım!..
- Hacet yok Hasan Bey, teşekkür ederim, çünkü sağ olsun
şehremaneti bundan böyle mezarlarda kandil, mum yerine lüküs yakacakmış.
- Öyleyse şehremanetine de benden selam söyle.. Hazır eli
değmişken bizim caddeyi de yaptırsın, kendisine beş vakit dua edeyim!
Hasan Bey elini göğsüne koyup dervişane bir selamla çıktı ve
arkasından ben de odadakilere veda ederek matbaanın yolunu tuttum..
(Osman Cemal, Resimli Ay, 1925)
[Günümüz Türkçesine çeviren: beyzade25]