Her gidişimde farklı bir hale büründüğüm, farklı bir lezzet duyduğum güzeller güzeli şehir İstanbul’a gerek ilk gerekse son gidişimde, hani o klasik bir tavır vardır ya, ha işte ben onu hiç mi hiç yapmadım. “Seni yeneceğim İstanbul” diye ne Haydarpaşa’dan bağırmışlığım vardır ne de başka bir yerden.. Açıkçası benim İstanbul’u yenme gibi bir derdim de yok.. Çok da iyi anlaştığım bir şehre “ilan-ı harp” etmenin alemi ne? Bilakis ben “Seni özleyeceğim İstanbul”, “Sana bir gün kavuşacağım İstanbul” dediğimi çok defa hatırlarım.
Bir akşam vakti Yeni Camii karşısında denizdeki dalgalarla hasbihal ederken karşıdan Galata Kulesi’nin selamı eşliğinde, martılar çığlık çığlığa yiyecek kapma telaşıyla dalgaların sahile vurduğu 3-5 ekmeğin peşinde koşturuyordu. Vapurlar her yarım saatte bir yeni yolcularını ağırlama telaşına düşmüşken, bense elimdeki simitle meşguldüm. Hava alabildiğine kararmış, insan kalabalığı varlığından bir şey kaybetmemişti.
Gezmekten mecalsiz kalan ayaklarım sinyal vermeye başlamıştı.. Biraz sonra vapurun yeni misafirlerinden birisi de ben olacaktım.. Bir bardak çay yorgunluğumu az da olsa giderecek, misafirliğimde başka misafirlere rastlayacaktım: Yunuslara..
Vapur tam gaz ilerlerken korumalık görevini üstlenmiş birkaç yunus bizimle beraber geliyordu.. Derken yakamozlar arasında gözden kayboldular, belli ki tehlikeli bölgeyi geçmiştik, görevleri bitmişti..
Koca İstanbul her zamanki gibi kendi kabuğuna çekilmişti ve ben de onu örnek almalı, kabuğuma çekilmeliydim. Öyle de yaptım..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder