24 Haziran 2016 Cuma

Bir Dalavere Hikâyesi


Yatsıdan sonra mahalle kahvesinin ocağa yakın bir köşesinde imam efendi nargilesini içerken, Kızanlıklı Fevzi Ağa yanına sokuldu, usulca:
- Hocam, dedi. Sana bir şey danışacağım.
- Nedir?
- Allah hayırlara tebdil etsin, ben dün gece bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşallah, anlat bakalım!
- Yeşil bir bahçelik içinde, bir su başında otururken yanıma ak sakallı, nurani bir derviş geldi. Eliyle omuzumu tutarak: Ya Kızanlıklı Fevzi, dedi, kapa gözünü!.. Kapadım, bir saniye geçmeden:  Aç!.. dedi, açtım ki Gümüşsuyu mezarlığının üst başındaki servilik içinde bir mezar taşının yanındayım, işte senin kısmetin bu taşın dibindedir, dedi, yarın sabahleyin gider, orayı kazar, kısmetini alırsın!
- O halde bunu kimseye söyleme, yarın sabah erkenden git oraya bir yokla bakalım!..
Kızanlıklı Fevzi Ağa'nın imam efendiye anlattığı bu rüyayı, ocak başından aynen duyan çırak Kenesetli Abdi, içinden: Oğlan, dedi, şu heriften evvel ben gidip orayı bir yoklayayım..

Ertesi sabah Abdi gayet erken oraya gitti, taşın dibini, etrafı araştırdı, hiç bir şey bulamadı. O zaman kendi kendine:
- Ben de amma enayiyim ha! dedi. Yabanın budalasının sözüne inanıp da bu soğukta, bu yağmurda buraya geldim.
Tam geriye dönerken aklına müthiş bir şeytanlık geldi. Elini cebine soktu, ne kadar parası varsa çıkardı, bir mendile sardı, mezar taşının kovuğuna soktu ve arkasına bile bakmadan oradan savuştu.

O gece kahvede imam merakla Fevzi Ağa'ya sordu:
- Nasıl, gittin mi bu sabah?
- Gittim ama bir şey bulamadım.
- İyice araştırdın mı?
- Çok araştırdım.
- Belki toprağa gömülüdür, sen yarın sabah bir kazma al da git, oraları kaz! İhmal etme, boş değildir bu rüya!..
- Bakalım kısmet ise çıkar. Yarın da öyle yapayım.
Halbuki Fevzi Ağa imama yalan söylüyordu. Kenesetli Abdi'nin mendile sarıp bıraktığı yedi yüz elli küsur kuruşu almış, hatta dönüşte bunun yüz kuruşunu da dilencilere dağıtmış ve bu akşam yatsı namazında dervişin tekrar görünmesi için dua bile etmişti..
Gündüzleri rençberlikle geçinen Fevzi Ağa o mahallenin tenha bir sokağında viran bir evin alt katında kimsesiz otururdu. Bir oğlu vardı, o da askerde idi. Bu gece mutadın hilafına eve erken geldi, erken yattı. Yatakta bir iki saat kadar kendisini uyku tutmadı, aklı fikri hep dün geceki dervişte idi. Mütemadiyen okuyor üflüyor, bir an evvel uyuması için zorla gözlerini kapıyordu. Gece yarısına doğru tam biraz dalmıştı. Kulağına bir ses gelir gibi oldu:
- Ya Kızanlıklı Fevzi!
Evvela bir mana veremedi, karanlıkta biraz şaşkın şaşkın bekledi, acaba hayal mi dedi. Sonra ses tekrar etti:
- Ya Kızanlıklı Fevzi!
Korku, tevekkül, ümit karışık bir halde kalktı, pencereye koştu.
- Ya Kızanlıklı Fevzi!
- Efendim, kimsin sen, ne istiyorsun?
- Beni tanıdın mı?
- Hayır!
- Ne çabuk unuttun, daha dün gece görüşmedik mi, pencereyi aç da bak, tanırsın!
Pencereyi açtı, başını dışarı uzattı, baktı ki bahçenin bir kenarında koca kavuklu, saçlı, sakallı bir derviş.
- Aman Dede Sultan, affedersin.. Şey..
- Dediğim yere gidip emanetini aldın mı?
- Aldım Sultanım, aldım.
- Aldın ama yanlış almışsın. Benim sana tarif ettiğim mezartaşı, daha iki yüz elli adım ileri gidip sağ taraftaki kırk merdiveni çıktıktan sonra karşına gelecek yeşil parmaklıklı türbenin arkasında idi. Sen yanlışlıkla bir dul kadınla iki yetimin nafakalarını almışsın. Korkarım ki onların bedduası seni perişan eder. Onun için o aldığın paranın daha beş mislini üstüne zammeyle, götür, şimdi oraya bırak ve yarın, akşam ezanı okunurken tarif ettiğim yere git, kendi kısmetin olan elli adet Mahmudiye altınını al!.. İşte ben gidiyorum..

Ertesi gece imam tekrar Fevzi Ağa'ya sordu:
- Ne yaptın, bugün gittin mi?
- Gittim ama benim bu işe aklım ermedi.
- Neden?
Fevzi Ağa yana yakıla bütün macerayı anlattı ve sonunda:
- Ben sanıyorum dedi, yine yanlış yere gittim. Umarım ki o zat bu gece gelip yine bana gözükür, bakayım, sorayım da neresidir? İyice anlayayım!..
Sonra Abdi'ye döndü:
- Bana bir soğuk su verir misin!
Abdi suyu getirdi, dedi ki:
- Ne o Fevzi Ağa, galiba bu akşam yağlı yemişsin, için yanıyor. Al bakayım tabakayı da bir sigara sar!..

Ahmet Haşim ve Piyale'si

Aramızda garip bir şair yaşıyor:
Şiirlerinin en harikulâdesini ekseriya nesirlerinde okuduğumuz Ahmet Haşim Bey.
Ahmet Haşim Bey (Aspirin Bayer) gibidir. Yani onu terkib eden unsurun reçetesi henüz çoğumuzca meçhul demek istiyorum.
Bu insanı hayli kere zakkuma, asit sülfürüne, cehennem taşına benzettim. Fakat muvaffakiyetli bir teşbih bulduğumdan hiç bir kere emin olamayarak!
Nefretle gurur ve aşka istihale etmek isterken yüzde doksan kin ve istikraha çevrilen bir hassasiyet onu kemiriyor.
Ahmet Haşim Bey'in mesut olmasına imkan yoktur. Fakat beşeriyet bu kadarıyla olmasa Ahmet Haşim büsbütün çıldırırdı sanırım. Zira o zaman hilkatindeki hicv-i tırpani ne bulup da ne doğrayacaktı? Halbuki Ahmet Haşim Bey'in bütün haz ve saadeti, tırmalayıp yırtabileceği hamakatlerle çirkinlikleri parçalamaktan ibaret gibidir. Belahet ve mümtaziyetsizlik karşısında ondan müthiş ne panter gördüm ne de yaban kedisi!
Ahmet Haşim Bey, fikirleri itibariyle edebiyatımızın Haccac-ı Zalim'idir desem caizdir.  Hamsi sürüsünü önüne katmış bir kılıç balığı gibi her gün belahetimize satır atmaktan keyif duyar. Onun zekâsı bir mevzuya döküldüğü vakit gözlerimizin önüne garip bir manzara geliyor: Güya bir şişe tuz ruhu yere düşüp kırılmış da ortalığı kemirmekle meşgul!
Ahmet Haşim Bey'in diğer bir hususiyeti:
Yeni olmak için eskiliği bırakmağa hiç lüzum görmemek. Türk edebiyatında yenilik için onun kadar müşkülpesend ve titiz, eskimiş ve tozlanmışın karşısında yine onun kadar hiddetli kimse yoktur. Bununla beraber Ahmet Haşim Bey üslup ve lisan itibariyle bugünün birçok teceddüdlerini sevmez ve bunlara karşı hiç de dost olmasa gerektir.

                                                              *
                                                           *    *

Gaflet ettim değil mi? Kârilere delilini gösteremeyeceğim birçok iddiayı birbirinin arkasına sıralamakta ne kadar isabet vardır? Bana sorsalar ki sıkılmış pamuk barutu haline getirdiğin adama iftira etmediğin ne malum? Onun hangi eserini göstereceksin ki iddialarınızı ispat için hüccet olabilsin? Vereceğim cevabı pek bilemiyorum! Zira bugün bahsetmek istediğim Piyale - Ahmet Haşim Bey'in yeni şiir cüzdancığı - büsbütün başka mahiyette. Gayet nefis eşyaya meraklı birisinin evinde vaktiyle fil dişiyle bağadan yapma bir kutucuk gördümdü. Bu kutu, küçücük ebadı ortasında adeta harikalar saklı durabilen bir müze gibiydi.
Şimdi Ahmet Haşim Bey'in küçücük Piyale'sini o kutucuğa benzetiyorum. Cidden ne ufacık şey. Hatta Piyale bile değil kuş suluğu! Lakin gradosu ne kadar yüksek bir ispirto ile doldurulmuş, insanı rüyavi bir şartrozla sarhoş ediyor, Piyale'yi iki haftadır cebimde taşıdım. Her yalnız kaldıkça onu açarım; bazılarını, senelerdenberi tanıdığım eserleri, tekrar okudum ve hatta bunu bazen nasıl yaptım bilir misiniz? Öksürük şekeri yer gibi!
Ahmet Haşim Bey'de yeniden dikkatimi uyandıran noktalar:
Lisanı eski, fakat taze. Bu lisan çok yaşamış fakat yıpranmamış, ihtiyarlamamış bir adama benziyor. Şiirleri fevkalade bir japon yelpazesi, bir fağfur-i kâse gibi eşya ile olan tersimi hasımlığını daima muhafaza etmekte ve anlaşılıyor ki Ahmet Haşim Bey hâlâ sanatı her türlü içtimai, siyasi ve ahlâki endişelerin çok üstünde tutan ve güzelliğin zerafet bahsinde diğer tali mülahazaların hiç birisine tahammül edemeyen titiz bir âbid, mutaassıp şiir sofisi ruhunu muhafaza ediyor. Hem de ne halis bir itikat ve sadakatle!

                                                             *
                                                          *    *

Ahmet Haşim Bey tekmil nükte ve manalarını bize birdenbire tevdi' eden gayet vâzıh şiirleri sevmiyor. Belli ki bu nev'i manzumeler onun gözüne ablak suratlı ve inceliksiz güzeller gibi amiyane ve kalın görünmektedir. O halde ne yapalım? Ahmet Haşim Bey'in bizim gibi tereddüdü yoktur.
İşte bir (Çaka) reisi gibi verdiği hüküm:
Vuzuhu kurşuna dizmeli! Aman zaman diye yalvardınız mı gösterebileceği azami müsamahakârlık şu: O halde şiir hududunun haricine! Bütün efradına rağmen hakperestâne bir asabiyetle titreyen bu satırlar çok güzeldir ve bazı uzak hakikatlere hayli yakın düşünceleri ihtiva ediyor. Mamafih azizliği sevsem Ahmet Haşim Bey'e şunu derdim: Şair dostum, mademki anlaşılmanın o kadar lüzumuna kail değilsin o halde meramını anlatmak için çektiğin bu kadar zahmet niçin ve ne sebepledir ki anlaşılamamaktan en zâlim ızdıraplar duyuyorsun? Gelelim küçük nazım parçalarına, bunlar hakikaten birer damla-yı ahenk ve renkli birer kıvılcım, bazılarını beraber okuyalım:

Parıltı
Ateş gibi bir nehir akıyordu
Ruhumla o ruhun arasından
Bahsetti derinden ona hâlim
Aşkın bu onulmaz yarasından
Vurdukça bu nehrin ona aksi
Kaçtım o bakıştan, o dudaktan
Baktım ona sessizce uzaktan
Vurdukça bu aşkın ona aksi.. 

Diğer:

Dönsek mi bu aşkın şafağından
Gitsek mi ekâlim-i leyâle
Bizden daha evvel erişenler
Ağlar bugün evvelki hayale

Dönmek mi? Ne mümkün geri dönmek
Düştüyse gönüller bu melâle
Bir eldir ufuklardan uzanmış
Zulmet bizi çekmekte visâle..

İşte bir nefise daha:

İşveyle fısıltıyla, gülüşle
Olmuş şeb-i sevda yine bî-hâb
Oklar gibi saplanmada kalbe
Düştükçe semadan yere mehtab.

Buseyle kilitlenmiş ağızlar
Göze neler eyler neler işrâb
Uçmakta bu ateşli havada
Vuslat demi bir kuş gibi bîtab..

Şu son kıtayı yukarıya yazdıktan sonra kendi kendime düşündüm. Ahmet Haşim Bey'in vuzuh hakkında söylediği sözlere muvazi birtakım mülahazalar acaba tenkit bahsinde de tekrar edilemez mi? Vaktiyle yine Ahmet Haşim Bey'in "Göl Saatleri" münasebetiyle söyledim, mesela bir vanilyanın kokusu yahut akan bir suyun sesi tahlil ve tenkit olunur mu?
Münekkid, şah eserler arasında ruhunun sergüzeştlerini anlatan adamdır diyen büyük zekâ ne doğru bir söz söylemiş! Huduttan çıkmayayım. Şimdi kârilere söylenecek en samimi lakırdı şundan ibaret:
Al oku ve mest ol!


(Fâzıl Ahmed, 1926)