KABADAYI deyince, bugün, aklımıza adi külhanbeyleri geliyor. Halbuki geçen yüzyılda İstanbul'un namlı kabadayıları tam anlamıyla dürüst, tam anlamıyla yiğit insanlardı. Bu yazımızda bahsedeceğimiz Sarraf Niyazi, efendiliğiyle tanınan İstanbul kabadayılarının tipik bir örneğidir.
Sarraf Niyazi, 1.90 boyunda, güleryüzlü bir insandı. Ama küçük bir haksızlıkla karşılaşınca kaşlarını çattı mı herkes kaçacak delik arar, haksızlık edenler ondan yediği tokatla kendilerini yerde bulurdu. Giyinişini görenler onu bir yerde memur zannederlerdi. Yaptıklarıyla asla övünmez, hatta bahis açılsa hemen kapatırdı. Bu sebeple maceralı geçen hayatının bilinmesi, kendisini tanıyanların anlatabildiklerinden öteye gidememiştir.
Ceddi, yıllarca Mora'da Tepedelenli Ali Paşa'nın kır serdarlığını yapmış kimselerdi. Dağlarda, ovalarda at oynatarak eşkıyaya aman vermeyenlerin çocuğu olan Sarraf Niyazi, 1862 yılında Mora'nın Yenişehir kasabasında dünyaya geldi. 1868'de Istanbul'a hicret eden aile, Aksaray'a yerleşti. İlk ve orta tahsilinden sonra kaydolduğu Tıbbiye Mektebi'nden, İsmail Paşa'nın bir sözü ile ayrıldı. Paşa, doktorluğun onun gibi bir işe sebat etmeyen, serbest davranışlı kimsenin harcı olamayacağını söylemişti. Bunun üzerine bir işe bağlanmasını arzulayan babası Mahmud Bey, ona Aksaray'da sarraf dükkânı açtı. Elinin açık oluşu ve hesapsız verdiği borçların tahsil edilemeyişinden, kısa zamanda iflas etti, ama bu yüzden ölünceye kadar «Sarraf» lâkabıyle anılageldi. Demet halindeki alacak senetlerini, kızının oğlu Celâl Karpat Bey, bir hâtıra olarak saklamaktadır.
Haksızlığa tahammül edemeyen Sarraf Niyazi, bundan sonra, Istanbul'un namlı efendi kabadayılarından biri oldu. Geliri ile geçinirdi. Uğrak yeri Aksaray'da «On İkiler» diye anılan kabadayıların toplandığı Emin Ağa'nın kahvehanesi idi.
Asla kavgacı değildi. Mecbur kalmadıkça silaha sarılmaz, sahte kabadayıların üçünü, beşini müthiş tokadı ile hizaya getirirdi. Kabadayı geleneğine göre, bu gibi olaylar şahsi addedilip, polis işe karıştırılmazdı. Zira neticesi ifade alıp vermekten öteye gitmeyeceği bilindiğinden Sarraf Niyazi gibi kabadayılar, meseleyi ahlâksızlara revâ gördükleri meydan dayağı ile hallederlerdi. Muhitinin namusunu üzerine almış olan kabadayıların buna benzer müdahalelerine zamanın polisi de göz yumardı.
Bıçak ve tabanca çekmekte isim yapmıştı. Emin Ağa'nın kahvehanesinde otururken; çakısı ile sivrilttiği şimşir çubukları, geceleri gittiği salaş tiyatroların tahtalarına, uzaktan fırlatarak saplamasındaki melekesine hayran kalan üstad Ahmed Rasim «Böyle maharetin varken silâh taşımanı yersiz buluyorum» demişti. Son zamanlarında dahi torununun fırlattığı taşları, serî tabanca çekişiyle havada parçalardı.
Emin Ağa'nın kahvehanesi, Aksaray Murad Paşa Camii'nin avlusuna bakardı. Burası İstanbul'un namlı kabadayıları «On İkiler» in mekânıydı. Emin Ağa, kahvehanesinin asma katında yatar, kalkardı. Tâbi denen iki çıraktan başka, bir de ocakçı çalışırdı. Tâbiler değişse bile ocakçıya pek dokunulmazdı. Çünkü müdavimlerin nasıl kahve veya çay içtiğini bilmesi gerekirdi.
Pehlivanlarla tavla, domina, prafa ve horoz dövüşlerinin devamlı müşterisi olduğu bu kahvehanenin, içini ve önünü dolayan peykelerin altında cins horozlar muhafaza edilirdi.
Emin Ağa'nın dört gözlü çekmecesinin beher gözünde Osmanlı, İngiliz, Fransız altınları ile bozuk paralar bulunurdu. İhtiyacı olan müdavim: «Emin Ağa, iki Osmanlı ver» der ve senetsiz aldığı borcunu, faizsiz öderdi. İçilen çay veya kahvenin bedeli peşin alınmaz:
«Arif Bey'e üç yaz, Mehmed Ağa'ya iki yaz» denerek, duvardaki kara tahtada yazılı adının hizasına tebeşirle çizilir; borçlu da aklına gelince: «Şu bizim hesaba bak» diyerek hesabını kapatırdı. O gün gelmeyen olursa, bizzat Emin Ağa tarafından evinden aranırdı. Hasta ise «Destur» diyerek içeri girer, doktor çağırıp, ilacını temin ederdi. Kısa bir müddet için şehir dışına gidecek olanlar «Bizim eve göz kulak ol» derlerdi.
Kahvehanenin müdavimleri, Emin Ağa'nın akrabası «Dede» namındaki zatın getirdiği peynirli pide ile kahvaltı ederdi. Öğlende ise, Arnavutlar'ın tablada sattıkları ciğer kebabı, piyaz yenirdi. Herkes önündeki küçük hasır iskemleyi ters çevirir, tepsiyi üzerine koyardı. Müşteriler gidinceye kadar açık kalan kahvehanede, Ramazanlarda sahura kadar tavla, dama, domina ve prafa oynanırdı. Kumar yoktu. Ancak duvardaki raflara dizili Yafa portakallarına bahis konurdu.
(Sarraf Niyazi Bey'e Zaptiye Nezaretince verilen takdirname)
Kaynak: İhsan Birinci, Hayat Tarih Mecmuası, Aralık 1968 Sayı: 11