28 Aralık 2012 Cuma

Karı Dırıltısından Ölen Halil Ağa

Yanlış hatırlamıyorsam Merkez Efendi Mezarlığı'nda yer alıyordu.. Karıları ve annesinin çekişmeleri arasında hayatından bezmiş olan Halil Ağa, ölmeden vasiyet etmiş sanırım mezar taşıma karı dırıltısından öldü yazın diye.. Ve öyle de yapmışlar nitekim..
       Mezar taşının eski bir fotoğrafı                                                        Mezar taşının günümüzdeki hâli

Mezar taşında yazanlar:
El-Bâki
Merhûm ve mağfûr ila rahmeti rabbihil gafûr
Karı dırıltısından vefat eden es-seyyid Halil Ağa'nın
Ruhuna Fatiha 
Sene 1260 (Miladî 1844)

4 Aralık 2012 Salı

Köse Raif Paşa

Raif Efendi köse bir zât imiş ve zamanında paşa olmuş.. Münif Paşa ise Raif Paşa'nın bu durumunu mizahî bir şekilde şöyle anlatmış :

Üç tuğlu vezir olurmuş evvel
Üç tüylüsü şimdi oldu peydâ
Üç tuğ ile üç tüyü kıyas et
Devlet ne imiş, ne oldu hâlâ..


Sultan Abdulhamid Han'ın El Yazısıyla..

Allah tura aziz mîdârem bes
Ba izzeti ân ki nist mânend tû kes
Allah der in vakıa destem gîr
Allah hemîn zaman be feryâdem bes
Abdulhamid

(Allah'ım seni aziz saymam bana kâfidir
Öyle bir izzet ki, hiçbir şey ona eş olamaz
Allah'ım bu hadisede benim elimden tut
Allah'ım tam bu zamanda benim feryadıma yetiş)



10 Kasım 2012 Cumartesi

Enderunlu Vâsıf'ın "Var" Redifli Gazeli

Ne beyân-ı hâle cür'et ne figâna tâkatim var
Ne recâ-yı vasla gayret ne firâka kudretim var

Yanayım mı hasretinden geçeyim mi ülfetinden
Hele derd ü firkatinden sana bin şikâyetim var

Nice etmem âh ü efgân beni yâre geçti yârân
Nigeh etmez oldu cânân buna pek kasâvetim var

Düşeli o bâd-ı kâra gönül oldu pâre pâre
Çekerim gam ne çâre gönül geçemem mahabbetim var

O fısıltıyı işittim düşüp ardlarına gittim
Yanılıp bir işdir ettim şu kadar kabâhatim var

Gece bir yere varılmış orada biri sarılmış
Bana yâ niçin darılmış duyarım ferâsetim var

Geziyordun eşbeh eşbeh dedi her kimim görse peh peh
Beri gel ki sana ey meh dahi çok hikâyetim var

Lebin olmuş ayn-ı şerbet gönül istek etti gâyet
Edemem tahammül elbet öperim harâretim var

O meh işte bana nisbet ediyor seninle ülfet
Bana Vâsıf açma sohbet sana pek adâvetim var

7 Kasım 2012 Çarşamba

Bir Mezar Taşı

Elimizde Osmanlı'nın son dönemlerine ait bir fotoğraf var. Fotoğrafta Osmanlı mezarlığı içerisinde bir mezar taşı ve mezarın yanı başında oturan bir kadıncağız görülüyor. Mezar taşı daha on dokuzunda loğusa döşeğinde iken hayata gözlerini kapamış bir hanımcağıza ait. Osmanlıca okuma bilmeyenler için mezar taşında yazılanları aktaralım:

Âh mine'l-firâk
Bu cihân bağına geldim bir mürüvvet görmedim
Derdime derman aradım bir ilâcın bulmadım
Âh ile zâr kılarak tâzeliğime doymadım
Çün ecel peymânesi dolmuş murâdım almadım
Nişân-ı Hümâyûn kapı çukadârı
Es-Seyyid Hüseyin Efendi'nin kerimesi
On dokuz yaşında iken loğusa
Döşeğinde irtihâl eden Fatma..
Hanım'ın ruhiyçün el-fatiha
Sene 1296

10 Ekim 2012 Çarşamba

Binbaşı Çerkez Hasan Bey

Çerkez Hasan Bey, Sultan Abdülaziz'in kayınbiraderiydi. Sultan Abdülaziz darbeyle tahttan indirilince ablası Neşerek Kadınefendi de darbecilerin zulmüne uğradı. Topkapı Sarayı'na nakli sırasında çeşitli tacizlere uğrayan Kadınefendi'nin üzerinden değerli eşyalarıyla birlikte şalı da çekilip alındı. Denizden geçişi esnasında şalının da alınmış olmasından dolayı yağmura maruz kaldı. Sultan Abdülaziz'in bileklerinin kesilip şehit edilmesi olayına da haylice üzülen Neşerek Kadınefendi kısa bir süre sonra vefat etti. Yaşanan olayların sorumlularına diş bileyen Hasan Bey intikam almayı aklına koymuştu. Bu zulümlere bir dur diyen olmalıydı. Hasan Bey baştan ayağa silahlandı ve Serasker Hüseyin Avni Paşa'nın konağına gitti. Mithat Paşa'nın konağında olduğunu haber verdiklerinde doğruca Beyazıt'a koştu. Mithat Paşa'nın konağına girmekte sıkıntı yaşamadı zira kendisi de bir askerdi. Konağı basan Hasan Bey, Serasker Hüseyin Avni Paşa'yı ve birkaç kişiyi oracıkta öldürdü. Mithat Paşa ve bazıları kaçmayı başardılar. Olay üzerine odaya giren askerler Hasan Bey'i yakaladılar. Askerlerin başında bulunan kumandan Hasan Bey'e ağır hakaretler savurunca Hasan Bey ayağına saklamış olduğu ufak bir tabancayla onu da vurdu. Sonrasında sorguya çekilen Hasan Bey idama mahkum edildi ve Beyazıt Meydanı'nda asıldı. Ahali, Çerkez Hasan Bey'in ölümüne çok üzülmüş, Hüseyin Avni Paşa gibi bir kötülük abidesinin ölümüne ise sevinmiştir.

30 Eylül 2012 Pazar

Eylül



Bugün Eylül'ün son günü.. 
Eylül ayının bende yeri başkadır. Garip duygular yaşatır hep bana. Yılgınlık, bıkkınlık, hüzün; uçuşan yapraklar, püfür püfür esen rüzgâr, şakır şakır yağan yağmur.. Sonbaharın habercisi, sararmış yaprakların efendisi.. Eylül..
Gerçi bu sene Eylül'ün nasıl geçtiğini pek de idrak edemesem de yine de kendisine has duyguları bana sunmaya devam ediyor..
Bir zamanlar yazmış olduğum Eylül şiirini sunuyorum hazan ve hüzün ayına..



Ruhumda derin izler bırakan Eylül
Bakma bana öyle zelil ve melûl
Kaldır başını gözlerime bak
Hiç olmazsa yüzüme bir lahzacık gül!
                              (Şiir: Hüseyin Polat)

3 Eylül 2012 Pazartesi

Kıskanç

Yüzlerce kez dinledik belki bu şarkıyı.. Gelin görün ki kimin eseri olduğundan birçoğumuz bî-haberizdir.. Evet, "Kıskanç" adlı şiir Faruk Nafiz'in eseri.. 



Kıskanç
Sakın, bir söz söyleme.. Yüzüme bakma, sakın
Sesini duyan olur, sana göz koyan olur
Düşmanımdır seni kim bulursa cana yakın
Anan bile okşasa benim bağrım kan olur.
*
Dilerim Tanrı'dan ki sana açık kucaklar
Bir daha kapanmadan kara toprakla dolsun
Kan tükürsün adını candan anan dudaklar
Sana benim gözümle bakan gözler kör olsun!

Ankara, 1927
Faruk Nafiz

(Zeki Müren'den dinlemek isteyenler için)

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Bayramınız Kutlu Olsun


Hüseyin
Iyd-i said-i fıtri tebrik ile kesb-i şeref eyler ;)

(Ramazan Bayramınız mübarek olsun efendim)

17 Temmuz 2012 Salı

Enver Paşa'nın Askere Hitabı


Başkumandanlık Vekaletinin Beyannamesi Suretidir

Arkadaşlar!

Sevgili Başkumandanımız, Halife-i Zişan Efendimiz Hazretleri’nin irade-i seniyyelerini tebliğ ediyorum. Allah’ın inayeti, Peygamberimiz’in imdad-ı ruhaniyesi ve mübarek padişahımızın hayır duasıyla ordumuz düşmanlarımızı kahredecektir. Bugüne kadar karada ve denizde zâbit ve asker kardeşlerimin gösterdikleri kahramanlıklar düşmanlarımızın perişan olacaklarına en büyük delildir.

Ancak her zâbit, her asker unutmamalıdır ki harp meydanı fedakârlık meydanıdır. Orada hangi asker daha ileri atılır, hangi asker düşmanın şarapnel ve kurşunlarından yılmayarak ayak direr, sonuna kadar sebat ederse o asker mutlaka kazanır. Tarih şahittir ki Osmanlı askerinden sebatlı, Osmanlı askerinden fedakâr hiçbir asker yoktur. Şanlı babalarımız başımızın ucunda bizim ne yapacağımıza bakıyor. Eğer onların hakiki evladı olduğumuzu göstermek, bizden sonra geleceklerin lanetlerinden kurtulmak istiyorsak çalışalım.

Zincirler altında inleyen üç yüz milyon İslâm ve eski vatandaşlarımız hep bizim muzafferiyetimize dua ediyor. Ölümden kimse kurtulmayacaktır. Ne mutlu ileri gidenlere, ne mutlu vatan yolunda şehit olanlara…
İleri! Daima ileri ki zafer, şan, şehadet, cennet hep ileride; ölüm ve zillet geridedir. Mübarek ve mukaddes şehitlerimizin ruhuna “fatiha”

Padişahım Çok Yaşa!

Başkumandan Vekili
Enver

[Günümüz Türkçesine çeviren: beyzade25]

15 Temmuz 2012 Pazar

Mahyalar Nasıl Hazırlanır?


Sultan Ahmed Camii


Ramazan ayı boyunca İstanbul'un minarelerini süsleyen mahyalar, Türk'ün iki asır evvel semada yazı yazmak için bulduğu dahiyâne bir keşiftir. Frenkler şimdi tayyare ile gökte yazı yazmaya çalışıyorlar. Fakat bu yazı dumanla yazıldığı için mevkut (vakitli, sınırlı bir zaman) ve zevksiz oluyor. Halbuki mahya saatlerce semada inci gibi, yıldız gibi parlayan kandillerle yapıldığı için hem güzel, hem de dayanıklı oluyor. İslâmlar içinde mahya yapmak, semada yazı yazmak şerefi yalnız Türklere aittir. Şimdiye kadar bunu hiç bir millet yapamamış, hatta Türk'ü taklide muvaffak olan bile çıkmamıştır.
Mahyayı ilk defa 1123 tarihinde Kefevî isminde bir Türk hattatı icat etmiştir. Kefevî Efendi üzerinde yazı olan bir çevreyi kandille iki minare arasında örmeyi düşünmüş, aylarca uğraştıktan sonra, evvela herkese garip görünen bu fikrini uygulamaya koyabileceğine kanaat getirmiştir. O vakit projesini bir yolla zamanın padişahına bildirmiş ve iki minare arasında kandille bu tecrübeyi yapmak için müsaade istemiştir. Sultan bu fikri çok beğenmiş , çıkan irade üzerine Kefevî Efendi elindeki çevreyi Fatih Camii'nde yapmıştır. Kefevî Efendi'nin bu başarısı o vakit İstanbul'da büyük bir alaka uyandırmış. Herkes bir gece karanlıklar içinde semadan birer birer inen kandillerin bir araya gelerek ortası yazılı, süslü bir çevre vücuda getirdiğini görünce hayret etmiş. Bu başarısından sonra Kefevî Efendi Fatih'te minareden minareye gerdiği ipler üzerinde Ramazan gecelerinde muhtelif yazılar yazmıştır.
İki asırlık bir maziye mâlik olan bu icat Kefevî Efendi'den sonra adet olmuş, Kefevî Efendi birkaç mahyacı yetiştirmiş, bu suretle bu sanat da nesilden nesile intikal ederek bu güne kadar yaşamıştır.


Zamanımızın en kuvvetli mahyacısı Sultan Ahmed'de Ali Efendi'dir. Ali Efendi henüz 21 yaşında, orta boylu, tıknaz, pehlivan yapılı bir gençtir. Yaşının küçüklüğüne rağmen mahyacılıkta birçok yenilikler vücuda getirmiş, şimdiye kadar yazılan mahyalarda 200 kandili geçirmedikleri halde Ali Efendi ilk defa bu sene 400 kandillik yazılar yazmaya ve iki satır üzerinden mahya tertip etmeye muvaffak olmuştur.
Bu İstanbul çocuğu daha 8 yaşında iken minarelerde heyecan ile seyrettiği mahyaları evinin küçük bahçesinde tatbike teşebbüs etmiştir. O, iki ağaç arasında iki ip geriyor, bir kağıt üzerine elinin döndüğü kadar bir yazı yazıyor, sonra ipler üzerine at kestanesi veya mısır tanesi bağlayarak yazmayı kopya ediyordu. Mahyalarda kullanılan halkaların yerine de boncuk kullanıyordu. Onun en zevkli oyunu, en tatlı meşgalesi bahçede mahya kurmaktı.
Bu heves onu 12 yaşında mahyacı yapmıştır. Küçük Ali bir gün Fatih Camii mahyacısı Şerif Efendi'ye çırak oluyor. Bunu para karşılığında değil, sırf kendi merakını tatmin için yapıyor. Birkaç gün çıraklık ettikten sonra Ali, mahyacılığı öğreniyor. Daha sonra Sultan Ahmed mahyacılığı için imtihan veren Ali Efendi muvaffak oluyor ve 14 yaşında Sultan Ahmed'in mahyacısı oluyor. Ali Efendi mahyanın yazılarını yazmak için hüsn-i hat öğrenmek üzere bir müddet de medrese't-ül-hattatinde okumuştur. 
Mahya kurmak zannedildiği kadar basit ve sade bir iş değildir. Kendine göre incelikleri vardır. Bir Ramazan içinde yazılan mahyalar için bir senelik hazırlık lazımdır. Bir aylık mahya için 400-500 kandile ihtiyaç vardır. Bu kandillerin hazırlanması, yağlanması, fitillerin yapılması aylarca iş ister. Sonra ipleri hazırlamak, kandillerin kutularını tamir ettirmek ayrı bir iştir. Ayrıca rüzgâr karşısında minarenin üçüncü şerefesinde saatlerce kandil sarkıtarak yazı yazmak her adamın yapabileceği bir iş değildir. Bütün bu zorluklara ve yorgunluklara rağmen mahyacılara verilen aylık nedir, bilir misiniz? Ayda 40 kuruş. Bu gülünç maaşın sebebi vaktiyle mahyacı maaşlarının altın hesabıyla 40 akçe üzerinden verilmesidir. Ekmeğin 5 para olduğu zamanlarda verilen bu 40 kuruş hâlâ aynen muhafaza edilmektedir.
Mahyanın asıl meraklı kısmına şimdi geliyoruz. Bu işin sırrını bize bu günün yegâne mahya ustası Ali Efendi anlattı:
Minareden minareye kalın bir halat gereriz. Bu halatın üzerine şemşirden halkalar geçiririz. Vaktiyle bu halkalar demirden yapılırdı. Fakat demir halka ağır çektiği için halat üzerine ağır basar, çok kandil konmasına mani olurdu. Şemşir halkalar son senelerde başlamıştır. Bu halkalar sayesinde biz şimdi istediğimiz kadar kandil asabiliriz. Bu halatın altında ucu birbirine bağlanmış ve karşı minarede demirden bir halkaya geçirilmiş iki halat daha vardır. Biz buna yedek ip deriz. Bu iki ip yekpare bir iptir. İki ucunun bağlandığı yere bir kanca bağlanmıştır. Bu kanca halkaların en önündeki halkaya rapt olunur. Bu sayede yedek ipi çektikçe, halkalara bağlı olan uç ileri gider ve halkaları ileri götürür. Kandilleri evvelden hazırlar, minarenin içinde hususi tellere asarız. Mahya kandili camilerde gördüğünüz kandillerden farklıdır. Bu kandiller yuvarlak, büyükçe bir kutunun içine oturtulur. Kutunun kapağı kapanır. Bu sayede hem kandillerin kırılmasına hem de sönmesine mani olunur.
Bu iptidaî fakat esaslı levazım ikmal edildikten sonra yazıyı şu suretle yazarız: Evvela satır incili bir kağıt üzerine yazıyı yazar, yazının üzerinde kandillerin yerlerini tayin ederiz. Sonra yukarıdan aşağı bir istikamete düşen kandilleri koyacağımız ipleri kandillere göre ayarlarız. Bir yazının yazılması kandilin miktarına göre yarım saatten iki saate kadar sürebilir. Her akşam Sultan Ahmed’de gördüğünüz yazıyı ben hazırladım. Minarede iki kişi kandil taşır, bir kişi kapakları kapar, bir kişi asar, bir kişi de yedek ipi çeker. Bütün bu adamların maaşını ben aldığım 40 kuruştan veririm. Aldığımızı yine bu iş uğrunda sarf ederiz, hayatımızı dışarıda kazanmaya mecbur oluruz.
Elektrikle mahya yapmayı yine Ali Efendi tecrübe etmiştir. Ali Efendi Beyazıt Camii’nde bir gece elektrikle (Bismillah) yazmış fakat evvela çok pahalıya mal olduğu, bununla beraber rüzgârda elektrik lambaları birbirine çarparak kırıldığı için bu tecrübesine devam etmeyi faydalı bulmamıştı. Mamafih Ali Efendi elektrik mahya yapılabileceğini kabul etmekte ve er geç bütün mahyaların elektrikle yapılacağını tahmin etmektedir.


[Günümüz Türkçesine çeviren: beyzade25]

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Zaro'nun Mezarı Başında

                                                                                                                Blogumda daha evvel birkaç defa bahsini ettiğim 160 yıl ömür süren Zaro Ağa bu sefer Eyüp Mezarlığında karşıma çıktı. Pierre Loti'ye çıkarken Necip Fazıl ve Mareşal Fevzi Çakmak'ın mezarlarını ziyaret ederim her defasında.. Yine öyle yapmıştım ki bir mezar takıldı gözüme.. Yaklaşınca baktım ki bu bizim Zaro Ağa'nın mezarı.. Hayatını ve maceralarını okumuş olduğum bu ihtiyarın mezarı başında bir fatiha okuyup yoluma devam ettim..


8 Mayıs 2012 Salı

Istanbul Hatırası


Her gidişimde farklı bir hale büründüğüm, farklı bir lezzet duyduğum güzeller güzeli şehir İstanbul’a gerek ilk gerekse son gidişimde, hani o klasik bir tavır vardır ya, ha işte ben onu hiç mi hiç yapmadım. “Seni yeneceğim İstanbul” diye ne Haydarpaşa’dan bağırmışlığım vardır ne de başka bir yerden.. Açıkçası benim İstanbul’u yenme gibi bir derdim de yok.. Çok da iyi anlaştığım bir şehre “ilan-ı harp” etmenin alemi ne? Bilakis ben “Seni özleyeceğim İstanbul”, “Sana bir gün kavuşacağım İstanbul” dediğimi çok defa hatırlarım.

Bir akşam vakti Yeni Camii karşısında denizdeki dalgalarla hasbihal ederken karşıdan Galata Kulesi’nin selamı eşliğinde, martılar çığlık çığlığa yiyecek kapma telaşıyla dalgaların sahile vurduğu 3-5 ekmeğin peşinde koşturuyordu. Vapurlar her yarım saatte bir yeni yolcularını ağırlama telaşına düşmüşken, bense elimdeki simitle meşguldüm. Hava alabildiğine kararmış, insan kalabalığı varlığından bir şey kaybetmemişti.

Gezmekten mecalsiz kalan ayaklarım sinyal vermeye başlamıştı.. Biraz sonra vapurun yeni misafirlerinden birisi de ben olacaktım.. Bir bardak çay yorgunluğumu az da olsa giderecek, misafirliğimde başka misafirlere rastlayacaktım: Yunuslara.. 

Vapur tam gaz ilerlerken korumalık görevini üstlenmiş birkaç yunus bizimle beraber geliyordu.. Derken yakamozlar arasında gözden kayboldular, belli ki tehlikeli bölgeyi geçmiştik, görevleri bitmişti..

Koca İstanbul her zamanki gibi kendi kabuğuna çekilmişti ve ben de onu örnek almalı, kabuğuma çekilmeliydim. Öyle de yaptım..

27 Nisan 2012 Cuma

27 Nisan 1909


Bugün 27 Nisan.. 31 Mart Vak'ası sonrasında tam da bu tarihte Sultan Abdülhamid Han tahttan indirildi ve Selanik'e sürgüne gönderildi. Tahttan indirildi indirilmesine lakin onun gidişinin hissedilmesi pek de uzun sürmedi. 33 yıl idare ettiği koca devlet çok geçmeden çatırdamaya başladı. Önce Trablusgarp, sonrasında Balkan Savaşları baş gösterdi. Daha da vahimi I.Dünya Savaşı'na girişimiz oldu. Koca devlet yok olmaya mahkum edildi. Onun gidişine alkış tutanlar bu vahim durumu yaşayınca "Neredesin şevketlü Sultan Hamid Han?" diye ağıtlar yakmaya başladılar. Geçti!..



16 Nisan 2012 Pazartesi

Ah Şu Kızlar



DİYE

Zamanın genç kızları
Çıldırıyor aktör diye
Yürekleri tutuşunca
Bağrışırlar doktor diye

Şairlerden hoşlanmazlar
Bol bol şiir okur diye
Sevdasını kuru kuru
Hayal ile dokur diye

Yere basmaz ayakları
Yerler biraz çamur diye
Kurabiye, pasta yerler
Francala hamur diye

Oturduğu mahalleyi
Zemmederler çukur diye
Sonra evde gırtlak gırtlağa
Didişirler bulgur diye

Bilmeyerek kabak çalar
Ekserisi tanbur diye
Haspalarım genç beğenmez
Kuru, cılız, kanbur diye

Neler bulmaz bu nazlılar
Erkeklerde kusur diye
Kalacaklar böyle dımdız
Gurur, gurur, gurur diye!




14 Nisan 2012 Cumartesi

Enverî Harfler yahut Huruf-i Munfasıla

Tanzimattan sonra Osmanlı Devleti'nde alfabe tartışmaları başladı. Münif Paşa Arap harflerinin eğitimi zorlaştırdığını savunmaktaydı. Harflerin başta-ortada-sonda yazımlarının farklılaşması, sesli harflerin kullanılmaması gibi durumların karışıklığa neden olduğunu söylüyordu. Aydınların birçoğu da Fransızca dolayısıyla Latin harflere aşina olduğundan bu harflere geçilmesinin de mümkün olabileceğini dillendiriyordu. Ne var ki Latin harflere geçişin geçmişle olan bağları koparacak ve Kur'an öğrenimini etkileyecek olması, yeni bir alfabeye geçiş yerine var olan alfabenin ıslahını da gündeme getirdi. 


(Enver Paşa)

Nitekim Enver Paşa bir yayından ilhamla yeni bir alfabe oluşturma işine girdi. Bu alfabe bitişik yazılan Osmanlı Türkçesi'nin tam tersine harflerin ayrı olarak tek tek yazılması ve sesli harflerin de yazılması esasına dayanıyordu. Bu sebepten bu alfabeye "huruf-i munfasıla" da denmekteydi. Harbiye Nâzırı olan Enver Paşa bu alfabenin ordu yazışmalarında kullanılması emrini verdi. Bu alfabeyle çeşitli nizamnameler, haritalar ve salnameler basıldı. Ne var ki bu yeni alfabe değiştirilmesi düşünülen alfabeden daha zordu. Okunması ve yazılması hususunda çok büyük güçlüklere sebebiyet veriyordu. Örneğin bitişik harflerle yazılan bir kitap 30 sayfa ise bu yeni alfabeyle sayfa sayısı 60'a yani iki katına çıkıyordu. Yani zamandan da emekten de götürüyordu. Hele de askerî alanda kullanılmasıyla durum daha da vahimdi, zira askerî yazışmalar hızlı olmalıydı, ama bu yeni alfabe buna imkân vermiyordu. Kısa bir süre sadece askerî yazışmalarda kullanılan bu alfabe I.Dünya Savaşı'nın araya girmesiyle akamete uğradı ve kullanılmadı. 

Şimdi bir örnekle bu "huruf-i munfasıla"yı yani ayrık yazılan harfleri görelim ve okumaya çalışalım:


S-u-l-t-a-n  M-e-h-e-m-m-e-d  R-e-ş-a-d  H-a-n- ı  H-a-m-i-s  H-a-z-r-e-t-l-e-r-i
V-e-l-a-d-e-t- i  h-ü-m-a-y-u-n  21  Ş-e-v-v-a-l  1260
C-ü-l-u-s- i  h-ü-m-a-y-u-n  14  N-i-s-a-n  1325

13 Nisan 2012 Cuma

31 Mart Olaylarına Dair - 2


Askerlere Hitap

Arkadaşlar!
Memleketin şu kaç gün içinde geçirdiği asabi halecanlarla istikbalin karanlık buhranının sebebi nedir biliyor musunuz? Gaflet ile milletin sinesine hançer-i istibdadı tekrar saplamak isteyenlere körü körüne alet oluşunuzdur.

Sizin din ve devlet hakkındaki hissiyat-ı safiye ve necibenizi şeriatperverlik kisve-i münafıkânesine bürünerek maksad-ı hainânelerinin vasıta-i husulü ittihaz etmek isteyenler bundan istifade tarikini pek güzel bildiler ve eracif ile zabitleriniz aleyhine gayz u husumet-i dindârânenizi davet ederek sizi kıyama teşvik eylediler.

Siz “Şeriat İsteriz” feryadıyla bizzat şer’i mükerrem aleyhine kıyam ettiğinizden habir ve agâh değildiniz. Siz bilmiyordunuz ki dava-yı şer’e kıyamınızı tahrik edenler bilakis otuz seneden beri en mukaddes ahkâm-ı şeriyyeyi istibdad ile ayaklar altında kahr u payimal edenlerdir.

En menfur ve ehmelerle, en deni vasıtalarla otuz seneden beri şevket-i İslâmiye’nin zeval ve inkırazını isteyenler namus, din ve devleti kişisel rezil menfaatleri uğrunda fedadan çekinmeyenler analarınızın, babalarınızın zahmetlerle toplayarak selamet-i mülk ü millet için verdikleri paraları  sefahet-i mecnunâne yolunda sarf edip de serhadlere gönderilen sizin gibi dilaverleri aç, çıplak, zelil ve sefil bir halde bırakanlar hiçbir vakit şer’i âlinin hadimi değil bilakis bünyan-ı din ü devletin hasm u hadimidirler.

İdare-i sabıka-i müstebidde değil mi idi ki ulemâ-yı dinin otuz sene ağızlarını kilitleyerek şer’ koymak en âli ahkâmının iptal edilmiş olmasına karşı ilâ-yı savt imkânını ref’ etti? Yine o cadı-yı istibdad değil mi idi ki medrese köşelerinde ömürlerini tahsil-i dine hasreden binlerce talebe-i ulumi bir günde makarr-ı hilafet-i İslamiyye’den tard ü tebide kalkıştı?

Arkadaşlar! O vakit neden sükut ettiniz, ne için “Şeriat İsteriz” feryadıyla kıyam etmediniz? Çünkü hakaik-i vekayiden gafil idiniz. Reda-yı hadisat arkasında gizlenen emele vukufunuz yok idi, sükut ediyordunuz.

Bugün saye-i meşrutiyette şer’i garranın ahkâm-ı kutsiyesi mahal-i tatbik bulunca sefahete sarf edilen paralarınız bugün sizin rahat ve refahınıza masruf olunca ondan faydalanmaya alışanlar kâşâne-i ikbâl ü ihtişamlarını tezyin etmeyi i’tiyad edenler buna tahammül etmediler ve sizin gafletinizden, basiretsizliğinizden istifade ederek tahrik eylediler ve nihayet daha fenası olmak üzere dinen ve vazifeten hürmet ve itaatle mükellef olduğunuz zabitleriniz aleyhine sizde tevlid-i husumet ederek sizi katiller ve vatan hainleri derecesine indirdiler. Görüyor musunuz harekâtınızın neticesini!

Hem ne demek! Bir askerin, vazife-i diniye ve milliyesini idrak eden bir askerin kendi âmirini, zabitini katletmesi ne demektir? Bundan daha zâlimâne bir hareket tasavvur olunur mu?

Askerlik itaat ve inzibat numunesi olmak lazım gelirken ve askerin zabitlerine hürmet ve itaat göstermekle yükümlü bulunduğu halde zabitini katledenlere asker nazarıyla bakılır mı?

Hamiyet, insaniyet ve diyanet nokta-i nazarından menfur ve kabih olan bu harekâtınızı davanızla tevfik etmek kabil midir?

Dem-i masumini heder ettiğiniz o zabitlerin her biri devlet ve millet için neye mal olduğunu biliyor musunuz? Mütefennin bir mektebli zabit yetiştirmek için devlet ve millet nice senelerin mesaisine muhtaç ve binlerce liralar sarfına mecbur iken siz gaflet-i hodgâmınızla o muhterem vücudlara Allah’tan korkmaksızın nasıl kıydınız? Onlar da sizin gibi ana baba yavrusu, evlâd u ıyâl sahibi, vatan ve millet hadimi idiler. Yüreklerinizde bir zerre-i terahhum hissetmeksizin nasıl bu zavallıları hedef ettiniz? Bu hareketlerinizle devletimizin kudret ve satvetini teşkil eden itaat-ı askeriyeyi ihlâl ederek şevket-i İslâmiye’nin inhitatına hizmet etmiş oldunuz ki dava ettiğiniz şeriata hıyanettir. Binaenaleyh eğer yüreklerinizde henüz bir zerre-i hamiyet ve diyanet mevcud ise hain ellerle hareket etmekten vazgeçip istiğfar ederek zabitlerinizin emr ü kumandası tahtına giriniz, yoksa din ve millet nazarında ebediyen lanete müstehak olacaksınız.



(Musavver Muhit, 1325)

[Günümüz Türkçesine çeviren: beyzade25]

11 Nisan 2012 Çarşamba

Çakıcı Efe'nin Cevabı


Sultan II.Abdülhamid Han zamanında İttihatçılardan Dr.Nazım, ünlü eşkıya Çakıcı Mehmet Efe'nin yanına tütün tüccarı gibi gidip, Efe'yi İttihat ve Terakki'ye kazandırmak için, padişahın devlete ihanet ettiğini, ortalığı hafiyelerle doldurduğunu söylemesi üzerine Efe:
- Padişahın memlekete hainlik edeceğine inanamam. Hafiye meselesine gelince, ben bir eşkıyayım. Dağda gezebilmem için jandarmaların hareketlerinden haber almam lazım. Bu köylerde yirmiden fazla hafiyem vardır. Eğer onlar olmazsa ve bana zamanında gereken haberleri iletmeseler, bir gün olsun bu dağlarda dolaşamam. Benim hafiyeye ihtiyacım varsa Sultan'ın da vardır. Onun da hafiyeleri olmazsa bir gün olsun tahtında oturamaz, demiştir.


(Mehmet Hocaoğlu, Abdülhamid Han'ın Muhtıraları, syf:12)

Ne Yaptılar?

Sedat Simavi'nin İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin neler yaptığına dair çizimi

Neler Yaptılar?
1- Soğukkanlılıkla insan çiğnediler
2- Astılar
3- Boğdular
4- Ceplerini doldurdular
5- Kendilerinden olmayanların ağzından lokmayı kaptılar
6- Kaçtılar

(Güleryüz Dergisi)

10 Nisan 2012 Salı

Ferda

- Bugünün gençlerine -

Ferda senin, senin bu teceddüd, bu inkılâb...

Her şey senin değil mi ki zaten? Sen, ey şebâb,

Ey çehre-i behîc-i ümîd, işte ma'kesin
Karşında: Bir semâ-yı seher, sâf ü bî-sehâb,

Âğuş-i lerzedârı açık, bekleyen.. şitâb!
Ey fecr-i handezâd-ı hayât, işte herkesin
Enzârı sende, sen ki hayâtın ümidisin,
Alnında bir sitâre-i nev, yok, bir âf(i)tâb,
Âfâka doğ, önünde şu mazi-i pürmihen
Sönsün müebbeden.
Sönsün müebbeden o cehennem; senin bugün
Cennet kadar güzel vatanın var, 
Şu gördüğün zümrüt bakışlı, inci şetaretli kızcağız
Kimdir bilir misin? Vatanın... Şimdi saygısız
Bir göz bu nazlı çehreye - Allah esirgesin –
Kem bir nazarla baksa tahammül eder misin?
İster misin, şu ak sakalın pâk ü muhteşem
Pîşâni-i vekârına, bir kirli el demem,
Hattâ yabancı bir el uzansın? Şu makberi,
Razı olur musun, taşa tutsun şu serseri?
Elbet hayır; o makber, o pîşâni-i vakur
Kudsî birer misâl-i vatandır... Vatan gayur
İnsanların omuzları üstünde yükselir.
Gençler, bütün ümid-i vatan şimdi sizdedir:
Her şey sizin, vatan da sizin, her şeref sizin
Lâkin unutmayın ki zaman tünd ü mutmain

Bir hatve-i samût ile ta'kîb eder bizi.
Önden koşan, fakat yine dikkatle her izi
Ta'mika yol bulan bu yanılmaz muâkıbin
Şermende-i itabı kalırsak, yazık!.. Demin
"Ferda senin!" dedim, beni alkışladın; hayır,
Bir şey senin değil, sana ferda vediadır;
Her şey vediadır sana, ey genç, unutma ki
Senden de bir hesâb arar âtî-i müştekî.
Mâzîye şimdi sen bakıyorsun pür-intibah,
Âtî de senden eyleyecek böyle iştibâh.
Her uzvu gird-bâd-ı havâyicle sarsılan
Bir neslin oğlusun; bunu yâd et zaman zaman.
Asrın, unutma, bârikalar asr-ı feyzidir
Her yıldırımda bir gece, bir gölge devrilir,
Bir ufk-ı i'tilâ açılır, yükselir hayât;
Yükselmeyen düşer: ya terakkî, ya inhitat!
Yükselmeli, dokunmalı alnın semâlara;
Doymaz beşer dedikleri kuş i'tilâlara...
Uğraş, didin, düşün, ara, bul, koş, atıl, bağır;
Durmak zamanı geçti, çalışmak zamanıdır!

Tevfik Fikret




9 Nisan 2012 Pazartesi

31 Mart Olaylarına Dair - 1


Geçen Salı günü İstanbul halkı hiç kimsenin beklemediği büyük bir olay karşısında kendini buldu. Şehir, askeri bir kıyamın tam ortasında kalmıştı. Akıl sahipleri bunun vahim sonuçlarını anlayarak derin bir üzüntü ve ümitsizlik içinde iken, maksat ve gaye itibariyle aldanmış birtakım asker kardeşlerimiz Ayasofya meydanında toplanarak “Şeriat isteriz!” seslerini etrafa yaydılar ve bununla beraber çevreye korku ve dehşet saçtılar.

İstanbul sanki bir velvele-i fetret içindeydi. Ayasofya meydanında toplanan askerler heyet-i vükelâyı istemiyorlar, idare-i meşrutanın memlekete getirdiği alışkanlıkları reddediyorlar ve yalnız “Şeriat isteriz” talebinde bulunuyorlardı.

Hükümet, kurşunla süngüyle istenilen bu beyanı – kan dökmemek emeliyle – o gün hemen kabule meyilli göründü. Harbiye Nezaretinde mevcut olup henüz askeri itaatten ve hükümete bağlılıktan ayrılmamış olan süvari ve nişancı alay ve taburlarına ait bazı müfrezelerle Ayasofya’da toplanan asker kardeşlerinden Bâb-ı Seraskeri cihetine gönderilen kuvvetler arasında meydana gelen silahlı çatışmada bazı kayıplar ve yaralılar olduğundan dolayı heyet-i sabıka-i vükelâ istifa etti. Hilmi Paşa kabine ile toplu olarak istifa etti, Meclis-i Mebusan reisi Ahmet Rıza Bey istifaya mecbur edildi. Ahkâm-ı münife-i şer’inin (şeriatın yüce hükümleri) bundan böyle noktası noktasına mevki-i tatbike konulacağına ve şu kıyam-ı askerînin müsebbibleri ve bu üzücü olayların failleri hakkında aff-ı umumî iradesine sudur ettiğine dair başkâtip Cevat Bey vasıtasıyla tebligatta bulunulduğu halde erbâb-ı kıyam buna da razı olmayarak icraat talebinde bulundular. Erbâb-ı iz’ân (akıl sahipleri) bunda dehşetli bir irtica tertibinin mevcut olabilmesine ihtimal verdi. Nitekim meydana gelen olaylar bunun haksız bir fikr-i tarafkirâne olmadığını da gösterdi. Bu muvaffakiyet-i fevkaladenin neşvesiyle sermest olan erbâb-ı kıyam “şeriat isteriz” feryadıyla ortalığı çınlattıkları sırada elli bin Osmanlı’nın şura-yı millette vekili olan Mehmet Arslan Bey’i tabur ateşine maruz bırakarak katlettiler. Bu şehidin kusuru Hüseyin Cahit Bey’e benzemesinden ibaretmiş. Demek Hüseyin Cahit Bey’in katli şer’an caiz! Adliye Nazırı Nazım Paşa nezaret dairesinde katledildi. Bahriye Nazırı Rıza Paşa ayağından vuruldu.

(Musavver Muhit, 9 Nisan 1325)

[Günümüz Türkçesine çeviren: beyzade25]



7 Nisan 2012 Cumartesi

Hayvanları Nasıl Tutmalı?

Güvercini ayaklarıyla beraber kanatlarının uçlarına yakın yerinden tutmalıdır.

Kedileri bir veya iki el ile göğüs altından tutmalıdır.

Yılanları boynundan ve başına yakın yerinden tutmalıdır.

Fareleri ensesinden tutmalıdır.

Küçük kuşları kapalı avuç içinde tutmak, yüzük ve orta parmak arasından ayaklarını çıkarmak lazımdır.

(Mektebli Dergisi, 1329)





30 Mart 2012 Cuma

Ömer Seyfettin’in Yaramazlıkları



Ömer Seyfettin küçüklüğünde haşarı bir çocuk değil, aksine büyüklüğünde olduğu gibi eksantrik ve tuhaf birisiydi. İşte yaramazlıklarından bir tanesi:

Ömer Seyfettin’in bir horozla bir tavuğu varmış. “Gırrak” ile “Currak”! İkisini pek severmiş. Bir gün her nasılsa Gırrak Currak’ı dövmüş. Ee doğal olarak suçlunun cezalandırılması gerekmiş. Ömer Seyfettin de Gırrak’ı tutmuş, dar bir sepetin altına hapsetmiş. Etmiş ama orada unutmuş. Bir akşamüzeri yemek yerken aklına gelmiş. Bir feryattır koparmış. Sofradakiler şaşırmış: “ Ne oluyorsun? “ demişler. O durmadan tepiniyor: “ Gırrakçığım gitti!..” diye ağlıyormuş. Sepeti kaldırmışlar. Bir de bakmışlar ki horoz hakikaten ölmüş. Gırrak’ın felaketine sebep olan Currak da cezasını hayatıyla ödemiş..

Bir gün de annesiyle misafirliğe gitmişler. Ev sahibinin çocuğuyla bahçede oynamak isteyen Ömer Seyfettin’e annesi “ Elbiseni kirletirsin, olmaz! “ diye müsaade etmemiş. Ev sahibi bir çare bulmuş. “ Bizim çocuğun eski elbisesini giydirelim, bahçeye onunla çıksın “ demiş. Teklifi uygun bulan annesi yeni elbiselerini çıkarırken Ömer Seyfettin birdenbire “ Anne, ben seni neye benzetiyorum biliyor musun? “ demiş. Kadıncağız bu tuhaf suale karşı hayretle “ Neye benzetiyorsun oğlum? “ demiş. Ömer Seyfettin hiç çekinmeksizin cevap vermiş: “ Çingeneye!..” Ve ağzına sert ve haklı bir tokat yemiş..

Gelelim büyüklük zamanına..

Rumeli’de hudut bölüğü kumandanı iken, dikkat etmiş: Kasabanın bütün horozları kocaman ibikli. Kendi kendine söylenirken askerlere emretmiş, bütün horozları bir bir tutturmuş, tıraş olduğu ustura ile ibiklerini küçültmüş, güzelleştirmiş!..

Kalamış’ta yalnız yaşamaya başladığı bir zaman bir uşak tutmuştu. “ Ömer bu adam ihtiyarca, biraz da alık görünüyor. Bilmem sana hizmet edebilecek mi? “ diye sordum. “ Ne diyorsun, öyle becerikli ki denize giriyor, balıkları bacaklarının arasından geçerken ayaklarını sıkıp yakalayabiliyor “ dedi. Gel zaman git zaman herifi beğenmemeye başladı. Fakat uşak pek yapışkandı, gitmedi. Herifi kapı dışarı etti, herif evin yanındaki küçük kulübeye girdi orada yatıp kalktı, tekrar eve alınması için yalvarmaya başladı. Bazı geceler beraber otururken dışarıdan uşak ağlar gibi mırıldanıyordu: “ Ben! ”
“ Ömer, serenat başladı ” derdim. “ Allah belasını versin, Allah belasını versin ” diye kızardı. Nihayet tahammül edemedi. Evin yanındaki kulübeyi yıktırdı..

İşte nev-i şahsına münhasır sanatkâr, neşeli Ömer Seyfettin’in hayatından birkaç kesit..

(Ali Canip, Resimli Ay)

[Günümüz Türkçesine çeviren: beyzade25]

19 Mart 2012 Pazartesi

Mektep Isteriz


Resimli Ay mecmuasında yer alan, çocukların kafalarından oluşturulmuş bu fotoğrafta Osmanlı Türkçesi ile "Mekteb İsteriz" yazıyor..


12 Mart 2012 Pazartesi

Istanbul’un En Meshurlarından: Pazarola Hasan Bey



En aziz saydığım dostlarımı bile bazen senelerce görmesem, yine görmek aklıma bile gelmezken nedense geçen hafta, şimdiye kadar ancak bir iki kere merhabasını almış olduğum Pazarola Hasan Bey’i dehşetli göresim gelmişti. Lakin mübarek ortada yoktu, kaç ay vardı ki onu ne Beyazıt Meydanı’nda dalgın ve lakayt bir feylesof salınışıyla geçerken, ne sahaflardaki esnafı öğle namazına davet ederken, ne çarşıdaki dükkâncılara iltifatlar yağdırırken gördüğüm yoktu. Meraka düşmüştüm, acaba diyordum, Hasan Bey ne oldu? Bir yere mi gitti, Hafazanallah hastalandı mı, yoksa Allah geçinden versin öldü mü? Sonra yine bunların hiç birine ihtimal veremiyor, eğer böyle olsa diyordum, muhakkak gazeteler yazardı. Hasan Bey değil yalnız İstanbul’da, bütün Türkiye’de tanınmış en meşhur simalardan idi ki eğer bir yere gitseydi gazeteler muhakkak “gelenler, gidenler” sütununa onun da ismini eklerlerdi. Hasta olsaydı, kendisini günde kaç kişinin ziyaret ettiğini ve hangi mütehassıs doktorlar onun tedavisine çalıştığını, hatta raporlarını neşrederlerdi ve eğer ölmüş olsaydı bu kara haberi birinci sayfalarına, hem de kocaman otuz altı punto harflerle ve bir “ziya-yı azim” sernamesiyle koyarlardı. Hatta diyebilirim ki, eğer böyle bir şey olsaydı belki onun namına Beyazıt Meydanı’na bir heykel dikmeye, Unkapanı’ndaki küçük pazar caddesinin ismini “Pazarola Hasan Bey Caddesi” olarak değiştirmeye kalkanlar bile bulunurdu. Çünkü Hasan Bey öyle bizim gibi az buz bir adam değildir. Körler memleketinde şaşılar hükümdar olduğu gibi Hasan Bey de bu memlekette bir çok meşhur simalardan daha ziyade maruf ve muteberdi. İnanmazsanız Mahmut Paşa’nın alt başından tutun ve kalpakçılar yoluyla Beyazıt’tan geçerek Şehzadebaşı’ndan, Vefa’dan Unkapanı’na kadar şöyle bir cevelan yapın ve yolda rastgeldiğinize, bütün esnafa ve yedi yaşından yetmiş yaşına kadar kadın erkek, çoluk çocuk herkese sorun, Hasan Bey’i gayet iyi tanırlar. Fakat yine bunlardan birine faraza memleketin ediplerinden ve şairlerinden Celal Sahir’i, Hüseyin Siret’i, Faik Ali’yi, Hüseyin Sadi’yi, Florinalı Nazım’ı, Ali Ekrem’i, hatta Abdülhak Hamit’i sorun, tanımazlar ve bilmece çözer gibi “bu sorduklarınız canlı mı cansız mı, yenir mi yenmez mi?” diye onlar da size sorarlar. İşte ben saydığım bu zevat-ı kiramdan daha ziyade meşhur olan Pazarola Hasan Bey’i geçen hafta göreceğim gelince hemen Beyazıt’taki Sahaflar’a koştum ve orada Ali Baba isminde bir ihtiyardan sordum. Adamcağız oldukça melul bir çehre ile:

- Evlat dedi, onu çoktandır benim de gördüğüm yok. Hatta bundan dolayı pek üzgünüm. Çünkü Hasan Bey’i kaç zamandır görmeyeli alım-satımlarımıza bir durgunluk, kazançlarımıza kesat geldi. Zannedersem kış dolayısıyla evinden dışarıya çıkmıyormuş. Niyetim, bu cuma kendisini evinde ziyaret etmektir.


 Ali Baba’dan Hasan Bey’in adresini aldım, doğruca Unkapanı civarındaki Atlamataşı’na gittim. Orada ilk rastgelen bir adama sordum:

- Birader, afedersiniz, Pazarola Hasan Bey’in evi nerede?

Vay efendim sen misin soran?.. Derhal bu sözü duyan etrafta ne kadar bakkal, kasap, kahveci, manav, turşucu, seyyar satıcı, kadın, çoluk çocuk varsa hepsi birden:

Gelin gösterelim diye etrafımı sardılar ve hacı götürür gibi izzet ve ikramla beni bir sokağın içinde nalburun üstündeki eskice bir eve götürdüler. Kapıyı ihtiyar bir kadın açtı, ne istediğimi sordu, Hasan Bey’i görmeye geldim deyince beni içeriye aldı. İki tarafında boş gaz tenekeleri istif edilmiş ufak bir avludan geçtikten sonra orta katta bir odaya girdik. Burası Hasan Bey’in kendi odası imiş. Kadın, biraz oturun, kendisi bahçededir çağıralım dedi ve beş dakika sonra yanında beyaz sakallı ve sarıklı babasıyla, beş yaşında bir çocuk olduğu halde Hasan Bey gülerek içeriye girdi:

- Kimdir o bakayım beni arayan?

- Afedersiniz Hasan Bey, ben arıyorum!

Hasan Bey kulakları bende ve gözleri başka tarafta olduğu halde yanıma sokuldu ve sordu:

- Beni niçin arıyorsun?

- Göreceğim geldi de arıyorum.

- Öyleyse sefa geldin, hoş geldin!

- Sefa bulduk, hoş bulduk!

Arkasındaki çiçekli hırkayı toplayarak mindere oturdu. Sonra babasını takdim etti:

- Babamı tanır mısın? Bu benim babam.

- Oh.. Teşrif ettin efendim..

- Demin aşağıda gördüğün kadın da annem..

- Allah seni anana babana bağışlasın!

- Bu çocuk da bizim akrabadan.. Senin de annen baban var mı?

- Annem var.

- Baban yok mu?

- Yok.

- (Kendi babasını göstererek) Bu senin baban olsun mu?

- Olsun..

- Öyleyse kalk öp elini..

Naçar kalkıp Hasan Bey’in babasının elini öptük. Bu sefer o sordu:

- Evlat, bizim Hasan’ın arkadaşlarındansınız galiba!..

- Evet efendim..

- Kendisini sever misiniz?

- Diğer arkadaşlarımdan fazla severim.


- Efendim, Hasan’ın başından geçen o bir sene evvelki araba kazası dolayısıyla biraz kendisine durgunluk geldi, onun için şimdi sık sık sokağa çıkmıyor, mamafih ziyaretçileri eksik olmuyor, her gün bir çok ziyaretçi gelip ellerini Hasan’ın ellerine sürüyor ve o günkü kârlarının açık olması için onun duasını alıp gidiyorlar. O zaman ben de hemen elimi Hasan Bey’in eline sürerek:

- Öyleyse bana da dua et de bugün kârım açık olsun..

Gülerek dua etti:

- Peki.. Sana da pazarola yazıcıbaşı! Sizin dükkânınız nerede?

- Bâb-ı  Âli caddesinde..

Bu esnada Hasan Bey kalktı ve benden müsaade istedi:

- Gazetecibaşı artık bana müsaade.. Ben tekkeye gideceğim..

- Hangi tekkeye?

- Küçük Mustafa Paşa’daki Karasarıklı’ya..

- Sen hangi tarikattensin?

- Rufaiyim.. Haydi Allahaısmarladık..

- Güle güle Hasan Bey!

Hasan Bey odadan çıkarken babası içini çekti ve bana biraz daha oturmamı işaret ederek dedi ki:

- Allah bağışlasın Hasan’ım kırk-kırk beş yaşlarında vardır fakat bak henüz yirmi beş yaşında bir delikanlıdan farkı yok. Allah onu aramızdan eksik etmesin. Ben artık ihtiyarladım, çalışamıyorum lakin Hasan’ımın biraz geliri var. Onunla geçiniyoruz. Bu gördüğün hatun da onun üvey anasıdır, asıl anası daha Hasan iki aylıkken vefat etti. Sonra on sene kadar bekar yaşadım, bu kadınla evlendim. Bu Hasan’ın dayısının haremiydi. Dayısı o zaman ince hastalıktan ölmüştü. Adamcağız sözünü tamamlayamadan Hasan Bey kapıdan başını uzatarak sordu:

- Baba sen ne zaman öleceksin? Artık senin vaktin gelmiştir, ölsene!

- Benim ölmemden sana ne fayda var ki?

- Öl de sana cuma geceleri Yasin okuyayım! Senin ruhun için lokma dökeyim, helva pişireyim!

Ben de dedim ki:

- Aman Hasan Bey, sen lokma dökmek, helva pişirmek için babanın ölmesini bekleme! Sevap işlemek istiyorsan bizimkiler için oku, onlar için lokma dök, helva pişir. Zira kaç sene var ki geçinme derdiyle biz ölüyü de unuttuk diriyi de! Hem bunlardan vazgeçmedik, kandillerde bir su bile sebil ettiremiyoruz!

- Peki öyleyse ben sizin için hepsini yaparım. İsterseniz siz de ölün, mezarınıza gelip kandil yakayım!..

- Hacet yok Hasan Bey, teşekkür ederim, çünkü sağ olsun şehremaneti bundan böyle mezarlarda kandil, mum yerine lüküs yakacakmış.

- Öyleyse şehremanetine de benden selam söyle.. Hazır eli değmişken bizim caddeyi de yaptırsın, kendisine beş vakit dua edeyim!

Hasan Bey elini göğsüne koyup dervişane bir selamla çıktı ve arkasından ben de odadakilere veda ederek matbaanın yolunu tuttum..

(Osman Cemal, Resimli Ay, 1925)

[Günümüz Türkçesine çeviren: beyzade25]