16 Şubat 2016 Salı

Sultan Abdülhamid-i Sani’nin Na’şı Önünde


Sabık Hakan irtihal etmiş. Bu havadis ilk defa gazetelerden öğrenildi. Boğaz, güneşin parlak ziyaları altında gülüyordu. Beylerbeyi Sarayı uzaktan, mavilikler içinde görünüyordu. Otuz üç sene Osmanlı tahtını işgal eden Sultan Abdülhamid-i Sani birkaç saat sonra, güzel İstanbul’un topraklarının altına gömülecekti. Sultan Abdülhamid’in cenazesi Beylerbeyi Sarayı’ndan Topkapı Sarayı’na getirilecekti. Orada yıkanacak ve saat dokuzda Sultan Mahmut Türbesi’ne gömülecekti. Topkapı sarayına gittim. Ortakapı önünde, başında kabalak, elinde tüfenk, tek bir nöbetçi bekliyor. Babüssaade önündeki Ak Ağalar, kemal-i nezaketle gelenleri karşılıyordu. Kubbealtı harap ve metruk, ihtişamlı devirlerin hatıralarıyla meşhun, asırlar boyu meydana gelen hadiselere acı acı gülüyor gibiydiler. Güneşin ziyası servilerden süzülüyor, çimenlerin üzerinde dökülüyordu. Bir iki hademe, ellerinde tırmıklar, şubatın feyizli güneşinin altında yeşeren çimenlerin üzerinden, sararmış yaprakları topluyorlardı. Sultan Üçüncü Ahmet Kütüphanesi’nin önünden geçtim. Siyah elbiseli bir hademe lale bahçesi tarafından hızla koştu: Cenaze geliyordu. Sarayburnu’na doğru ilerledim. Küçük bir kafile, parkın kumlu yokuşunu ağır ağır çıkıyordu. Rıhtıma büyük bir istimbot yanaşmış, sarı bacasından dumanlar yükseliyordu. Bu manzara pek hazindi: Marmara, sahiller, tepeler güneş içindeydi. Uzakta, Hamidiye Camii’nin narin ve beyaz binası, Yıldız’ın ağaçlık caddesi sarayın çıplak ağaçlar arasından görünen müselsel (birbirini takip eden) damları, mebhut ve sakindi. Siyah, bütün siyahlar giyinmiş bir kafilenin başları üzerinde, beyaz bir çarşaf, koyu bir şal, yeni bir sedye görülüyordu: Sultan Abdülhamid, tahta bir sedye üzerinde, yatağının içinde, bîruh yatmıştı. Kalın, sarı çizgili yatak çarşafı, sedyenin kenarlarına doğru sarkıyordu. Üzerine turuncu ve yeşil nakışlı, kıymetli, koyu bir şal örtülmüştü. Rüzgâr vurdukça şal kalkıyor, altında zayıf bir vücudun, ufak bir başın kabartısı görülüyordu. 


Cenazenin önünde Beylerbeyi Sarayı’nın muhafızı, yanlarında iki sıra asker, sedyenin etrafında Enderun-u Hümayun ağaları, saray erkânı ağır ağır yürüyorlardı. Sedye el üstünde taşınıyordu. Arkada Şehzade Selim Efendi, damad paşalar, mahzun ve müteessir ilerliyorlardı. Her tarafta müphem bir sükût vardı. Hademelerden biri elinde bir fes taşıyordu. Fesin üzerine beyaz bir mendil örtülmüştü. Bu, Sultan Abdülhamid-i Sani’nin fesiydi. Bütün sîmalar müteessirdi. Uzaktan bir bahçıvan, elinde bir çapa, melûl bakışlarını dikmiş bakıyordu. Etrafta cesedi taşıyanların kumlar üzerindeki ayak seslerinden başka bir şey işitilmiyordu. Deniz sakin ve dalgasızdı. Sarayın önünde, Bizans’ın ebedi yâdigârı, yüksek sütunlar, güneşin ziyalarıyla parlıyordu. Cenaze Lale bahçesinin önünden geçirildi. Hırka-i Saâdet’in yeşil ve yaldızlı kapısının önüne getirildi. Kapı açılmıştı. El üzerinde içeri girdi. Şehzadeler ve damat paşalar, Mecidiye Kasrı’nda cenazeye refakat edenler dışarıda kaldılar. Kapı kapandı. İçeriye Hırka-i Saadet erkânından başkası giremedi. Ne münevver, ne ulvi, ne ihtişamlı bir daireydi! Burası, Osmanlı hanedanının hilafet namına inşa ettiği en sanatkârane, en mutantan, en parlak bir mâbeddi. Duvarları mavi ve yeşil çiniler, altın yaldızlı levhalarla süslüydü. Sultan Selim’in halefleri ruhlarını bu mukaddes yerde tesliye ederler, ordularının zaferleri için burada dua ederler, Hırka-i Saadet önünde gözyaşı dökerlerdi. Duvarların rengârenk çinileri, kıymetli yazıları, göz kamaştırıyordu. Hacet Penceresi’nin önündeki hasırlar kısmen kaldırılmıştı. Karşıda geniş, buzlu camlar Haliç’in görünmesine engel oluyordu. İki yeşil kerevet üzerinde, serviden, altı kollu ufak bir tabut, hasırların kalktığı taşlık üzerinde, küçük bir teneşir görülüyordu. Sultan Abdülhamid, uryan ve bîruh teneşir üzerine yatırılmıştı. Hacet Penceresi’nin yaldızlı parmaklıklarının önünde üzgün bir halde durdum. 

Tabutun ilerisinde, Enderun erkânı, ellerini hürmetle kavuşturmuşlar, hizmete hazır bekliyorlardı, Karşıda, Sultan İbrahim’in Sünnet Odası, asırların menkıbelerini saklayan kapalı kapısı, mavi çinili duvarlarıyla, tarihin bu safhasına karışmak istemiyor gibiydi. Teneşirin etrafında, ikisi yeşil, ikisi beyaz sarıklı dört hoca, ellerinde sarı lifler, misk sabunları, dindârane bir saygıyla na’şı yıkıyorlardı. Sultan Abdülhamid’in beline doğru beyaz ve yeni bir kefen örtülmüştü. Göğsünden yukarısı ve dizlerinden aşağısı açıktaydı. Vücudunda uzun bir hastalığın zaafı görülmüyordu. Renginde ölüm sarılığı, korkunç bir sarılık yoktu; fildişinden camid bir cisim gibiydi. Boyu ufak, saçı ve sakalı ağarmıştı. Burnu, çehresine nispeten uzunca idi. Gözleri kapanmış, çukura batmıştı. Uzun ve siyah kaşlarının üzerinde melâl ve teessür vardı. Saçları alnına doğru biraz dökülmüştü. Sakalı bembeyaz, uçlarına doğru sararmıştı. Yüzünde ihtiyarlık alameti, fazla buruşukluk yoktu. Boynu incelmiş, omuz kemikleri dışarı fırlamıştı. En zayıf yerleri göğsüydü. Göğüs ve kalça kemikleri görülüyordu. Bacakları beyaz ve ince, ayakları ufaktı. Vücudunda hiç kıl yoktu. Yalnız meme uçlarında, kollarının alt kısımlarında, parmaklarının üzerinde siyah kıllar görülüyordu. Kolları bîtap bir şekilde iki tarafa düşmüş, ayaklarını parmakları açılmıştı. Vücudunun sağ tarafı bembeyazdı. Sol tarafında ve arkasında kırmızılıklar görülüyordu. Vücudunun tamamı sevimliydi. Beyaz bir vücud, yıkandıkça güzelleşen bir na’ş, yeni bir teneşirin üstünde, yıkayanların ellerine tabî, uzanmış yatıyordu. Na’şın karşısında, ellerinde gümüş buhurdanlar, ağalar duruyordu, Herkes huzur içindeydi. Bütün sîmalarda tevekkül alâmetleri görülüyordu. Hırka-ı Saadet Dairesi, tarihi bir gün yaşıyordu. O gün, olaylarla dolu, uzun bir saltanat devresinin son sayfası kapanacaktı. Bütün bakışlar Sultan Abdülhamid’in teneşir üzerinde yatan kapalı gözlerine dikilmişti. Na’şa sıcak sular döküldüğünde beyaz bir duman yükseliyor, buhurdanlardan çıkan ud ve anber kokularına karışıyordu. Etrafta huşû içinde bir sükûnet hüküm sürüyordu. Hizmet için girip çıkanların hasırlar üzerinde, ayak seslerinden başka bir ses işitilmiyordu. Ayak ucunda, direğin yanında, damatlardan iki zat, ellerini kavuşturmuşlar, gözleri na’şa yönelik, müteessirane ağlıyorlardı. Dışarıda tabiatın bütün güzellikleri hissediliyordu: Haliç’in suları umulmaz bir şubat güneşinin revnakları altında parlıyordu. Çamaşırlığın ağaçları çıplak, baharın feyzine hazırdı. Yıkanma el’an bitmemişti. Sultan Abdülhamid’in teneşir üzerinde kapanmış gözleri, ağarmış saçları, çıplak vücudu ile hareketsiz bir şekilde yatışı kalblerde melâl ve intibah hisleri meydana getiriyordu. Bazen başı birden bire kayıyor, yanlarına doğru düşen kollarıyla masum, bîçare bir insan vaziyeti alıyor, ak ve perişan sakalıyla boynu garibâne bükülüyordu. Nihayet na’şın yıkanması bitti. Sarı ipek işlemeli havlularla kurulandı. Tabut yere indirildi. Teneşir tabutun yanına getirildi. İçine kefenler serildi. Sultan Abdülhamid’in na’şı hürmetle tabuta indirildi. Sultan Abdülhamit son dakikalarına kadar, kendini kaybetmemişti. Hatta vasiyette bulunmuştu: Göğsüne “Ahidname Duası” konacak, yüzüne “Hırka Saadet Destimalı”, siyah kâbe örtüsü örtülecekti. Bu vasiyet harfiyen yerine getirildi. Sultan Abdülhamit’in tabut içinde, beyaz kefenler arasında, kemikleri sayılan çıplak göğsünde ahidname duası, yüzünde siyah bir kâbe örtüsü, ak sakalı, ebediyete doğru kapanmış gözleriyle uryan ve perişan, Hırka-i Saadet Dairesi’nde yatışı cidden elimdi: Sultan Abdülhamid bütün günahlarını tarihe bırakmış, huşu içinde Huzur-u İlahi’ye gidiyordu. Kefen bağlandı, tabut kapandı. Sedef kakmalı, asırlar görmüş bir saatin ağır tıktıkları Hırka-i Saadet Dairesi’nin ulviyeti içinde aksetti. Tabutun teçhizine başlanmıştı. Üzerine evvela bir yatak çarşafı, daha üstüne sırma işlemeli al bir örtü konuldu. Ayak ucuna lâciverte yakın çiçekli bir kumaş sarıldı. En üstüne Kâbe örtüleri, kıymetli taşlarla süslü kemerler konuldu. Başına ve kollarına şallar sarıldı. Baş tarafa sarılan, yeşil atlas üzerine kırmızı bir fes konuldu. Na’ş yıkanırken, çıplak bir tabut, tahta bir teneşir, Hırka-i Saadet Dairesi’nin gözleri kamaştıran renkleri ve yaldızlarıyla tezat teşkil ediyordu. Şimdi Sultan Abdülhamid’in; ipekler, şallar, sırmalar, kıymetli taşlarla süslü tabutu dairenin ihtişamına ve ulviyetine yakışmıştı. Herkes çekildi. Yalnız müzeyyen sütunlar, renkli duvarlar, parlak tablolar arasında, başı harem dairesine yönelik bir tabut, solda, kutsal dairenin penceresinden altınlar ve sırmalarla süslü yeşil perdeler, ağır sırma püsküller, altın şebekeler, değerli ve tarihi tablolar, Kelam-ı Kadimler görülüyordu. Arzhane önünde bir ayak sesi işitildi. Damat paşalardan, muhterem bir zat, üzgün adımlarla ilerledi. Hırka-i Saadet duvarının köşesinde melul ve mahzun durdu. Ellerini açtı, gözleri tabuta çevrili kısa bir dua etti. Samimi bir hıçkırık kalblerde akisler bıraktı. Saat dokuz. Hırka-ı Saadet kapısının önünde sırmalı üniformalar, kalpaklar ve şapkalarıyla sefirler ve subaylar bekliyorlardı. Yabancılar bu muazzam daireyi merak ve hayretle seyrediyorlardı. Ulema, arkalarında geniş kollu, göğsü sırmalı yeşil ve mor elbiseler, sarıklarında sırmalar, hürmetle karşılanıyordu. Kalabalık gittikçe artıyordu. Saltanat veliahdı şehzadeler, büyük üniformalarla gelmişlerdi. Şubat güneşinin altında sırma, nişan, üniforma parıltısından başka bir şey görülmüyordu. 

                     
Hırka-i Saadet Dairesinin kapısı birdenbire açıldı. Bütün gözler kapıya çevrildi. Kalabalık o tarafa doğru birikti. Kapının iki tarafı doldu. Herkes, heyecanlı kalblerle cenazeyi görmek istiyordu. Nihayet elmaslı kemerler, sırmalı Kâbe örtüleri, al atlaslarla süslü tabut, kırmızı fesi ile parmaklar üzerinde heybetli ve muhteşem dışarı çıktı. Devlet erkânı, subaylar, Sultan Abdülhamid’in cenazesinin huzurundaydılar: Bütün nazarlar tabuta dikilmişti. Tabut, Hırka-i Saadet kapısının önüne, yüksek bir yere konuldu. Hamidiye Camii’nin kürsi şeyhi, sırmalı yeşil elbisesi, göğsünde nişanı ile taşın üzerine çıktı. Etrafına bakınarak :

- “Merhumu nasıl bilirsiniz?” Velveleli, hazin, müteessir birçok ses servilerin arasında yankılandı:

- İyi biliriz!...

Kısa bir fatiha bu merasime son verdi. Tabut kaldırıldı. Sultan Üçüncü Ahmet Kütüphanesi’nin Arz Odası’nın sağından ağır ağır geçti. Babüssaade önüne geldi. Cenaze namazı usûlüne uygun burada kılındı. Alay burada tertip edilecekti. Şehzadeler, milletvekilleri, a’yan, devlet erkânı, konsoloslar, komutanlar, saray mensupları hep buraya toplanmışlardı. Arada-sırada teşrifat memurlarının (protokol görevlilerinin) sırmalı elbiseleriyle, ellerinde beyaz bir kâğıt: “A’yan, mebusan, ilmiye ricali, ümera…” diye çağıran sesleri işitiliyordu. Nihayet alay hazırlandı. Servilerin önüne hademe-i şâhâne, subaylar ve erler dizilmişlerdi. Piyadeler silahlarını omuzlarına asmışlar, büyük bir sessizlik içinde yürüyorlardı. Tabutun önünde dedeler, Şâzelî Dergâhı’nın dervişleri giriyordu. Tabutu taşıyanlar Enderun-u Hümayun Ağaları ve saray erkânıydı. Tabut, Babü’s-Saade’den Ortakapı’ya kadar, servilerin arasından, yavaş yavaş ilerledi. Ortakapı’dan vakar ve ihtişam ile çıkarken hazin bir tehlil, rûha huşû ve tevekkül veren tatlı bir sâdâ, Ortakapı’nın taş duvarına, bir zamanlar vezirlere hapishanelik yapan kapının arasına aksetti. Bu sadâ, Üçüncü Sultan Selim’in; hassas, necip ruhunun tercümanı idi. Enderun’dan yankılanan her nağmenin, Enderun’dan yükselen her teranenin, hassas padişahın temiz ve mübarek ruhunu yâd ettirmemesi mümkün müydü? Enderun-u Hümayun ağaları salavat okuyorlardı. 

Kubbealtı’nın harap duvarlarına yansıyan sesler Osmanlı ruhunun hazin feryadlarıydı. Herkes tabutun arkasından saygıyla yürüyordu. Bu tarihi kapı, ne padişah cenazelerinin çıktığını görmüş, etrafında ne acı gözyaşlarının döküldüğüne şahit olmuştu. Önce dedegânın aralıklarla söylenen hazin sesleri işitiliyor, Şâzelî Dergâhı şeyhlerinin hüzünlü bir Arap lahni ile okudukları kelime-i tevhîd, tekbirler ve na’tlar arasında, aheste bir nakarat gibi yükseliyordu. Ortakapı ile Bâb-ı Hümayun arası Alman subaylarının otomobilleri, mükellef konak arabalarıyla dolmuştu. İki zarif hanım, arabada ayağa kalkmışlar, yüzlerinde ince peçeler, alayı seyrediyorlardı. Biraz ötede, Bizans’ın İrini Kilisesi ve son devir askerî müzesinin önünde mehterhâne takımı, büyük kavukları, kırmızı şalvarları, sırma cepkenleri, sarılı ve kırmızılı bayraklarıyla durmuşlardı. Canlı bir tarih, hürmet ve tevkîr ile tabutu selamlıyorlardı.

Cenaze Bâb-ı Hümayun’dan çıktı. Sokaklar insandan görülmüyordu. Ayasofya önünden Sultan Mahmut Türbesi’ne kadar caddeye iki sıra asker dizilmişti. Ağaçlar, evler, pencereler, damlar; kadınlarla, çoluk-çocukla dolmuştu. Tramvaylar durmuştu. Tabut, acıklı ve müessir dualarla, tekbirler ve tehlillerle ilerliyordu. Cenazeyi görenler üzülüyorlardı. Evlerin pencereleri kadınlarla doluydu. Bir hanım hıçkırıklarını tutamıyor, mendili gözlerinde, başını duvara dayamış ağlıyordu. Cenazeyi lâkaydane seyredenler de vardı. Fakat hassas kalbler, bu hazin merasime, bu elem verici feryatlara, bu dinî ihtişama karşı gözlerinin yaşardığını hissediyordu. Otuz üç sene Hilafet makamını işgal eden Osmanlı padişahının son merasimi hürmetle, saygıyla yerine getiriliyordu.

Son hıçkırığı andıran Allah!...Allah!... Nidalarıyla tabut, türbe kapısından içeri girdi. Sultan Abdülhamid; hürmet ve tekrîm ile kabre indirildi. Osmanlı tarihinin otuz üç senelik bölümü hazin bir şekilde sona erdi.

14 Şubat 2016 Pazar

Çalıkuşu

1966 yılında Türkân Şoray'ın ve yine 1986 yılında Aydan Şener'in başrolde oynadığı "Çalıkuşu" dizileri Reşat Nuri'nin bu romanından uyarlanmıştı. 2013 yılında da Fahriye Evcen "Feride" rolüyle ekrana gelmişti. 

Bu dizileri izlemeyenimiz hemen hemen yok gibidir, lakin eseri okumakla uyarlanan dizileri izlemenin aynı tadı verip vermediği tartışılır.

Her neyse efendim.. Belki bu türden paylaşımlarla bir nebze de olsa bu tür eserlere ilgi çekebilir, yeniden okumalara başlayabiliriz. Hele de ilk baskılarından.. Zira bu tat hiçbir şeyde yok..


"...
Hatice Hanım yavaş sesle dualar fısıldayarak merdivene doğru yürüdü. Ben şimdiye kadar hiçbir şeyden korktuğumu bilmiyorum. Fakat bu dakikada bu karanlık odada yalnız kalmak bana manasız bir ürkeklik veriyordu. İhtiyar kadının arkasından koştum:
- Ben de geleyim mi? dedim.
- Gel kızım. Daha iyi olur. Gelir gelmez dua edersen daha makbule geçer. 
Mektebin arka kapısından mezarlığa girdik, taşların içinden yürümeğe başladık. Bazı bayram arefelerinde teyzelerim beni Eyüp'te, büyükannemin mezarına götürürlerdi. Fakat ölümün ne korkunç ve hazin şey olduğunu ilk defa ben bu karanlık Zeyniler kabristanında duydum. Taşlar benim gördüğüm mezar taşlarından büsbütün başka şekilde idi: Dizi dizi asker safları gibi muntazam, yüksek, dimdik, tepeleri düz, bedenleri simsiyah taşlar.. Yazıları okunmuyordu. Yalnız başlarında birer büyük "Yâ Rab" kelimesi seçiliyordu.


(1966 yılı Çalıkuşu dizisi, Zeyniler Kabristanı'na bakış)

Küçüklüğümde bir masal dinlemiştim. Bilmem hangi küçük sultanı almak için uzak bir dağın arkasından bir eski zaman ordusu geliyormuş. Askerler gündüzün mağaralarda saklanıyorlar, geceleri yol yürüyorlarmış. Karanlıkta kendilerini göstermemek için tekmil vücutlarını siyah kefenlere sarıyorlarmış. Tam maksada varacakları gece Allah, küçük sultana acımış, karanlıkta sinsi sinsi ilerleyen bu siyah kefenli gece ordusunu taş etmiş.
Bu sıra sıra dizilmiş siyah taşlara bakarken o eski masalı hatırladım. Sakın burası o korkunç ölüm askerlerinin taşa tahvil ettiği masal memleketi olmasın, diye düşündüm."

10 Şubat 2016 Çarşamba

Erzurumlu Yusuf Gülabi Çavuş

On sene evvel Amerika’ya giden Gülabi Çavuş, dönüşünde on sekiz kişilik ailesinden bir fert bile görmeye muvaffak olamamış, bu üzüntüyle dertli olarak Âşık Garip gibi şehir şehir Anadolu’yu dolaşmıştır. Gülabi Çavuş bize Anadolu’da gördüklerini anlatıyor..
Yusuf Gülabi Çavuş’u Amerika’da tanıdım. On seneden beri Amerika’da yaşadığı halde, Anadolu’dan henüz gelmiş kadar saf ve temiz kalpli bir Anadolu çocuğu idi. Sekiz-on sene telgraf çavuşluğu yapmış ve kırkından sonra Amerika’ya giderek biraz para kazanmak hevesine düşmüştü. Aslında onun paraya ehemmiyet verdiği yoktu. O, parayı başkaları için kazanır, elinde avucunda ne varsa başkalarına yedirmekten zevk alırdı. O, yumuşak kalpli, yalan nedir bilmez, yardımdan hoşlanır bir Türk’tü. Ağzını ve yanaklarının alt kısımlarını örten pala bıyıkları, kırmızı fesi, Erzurum ağzını muhafaza eden lisanıyla Gülabi Çavuş’u tanımayan yoktu. Onun bu safdilliğinden istifade etmek isteyenler de çıkmış, zavallının şimendifer kumpanyalarında ağır işlerde çalışmak suretiyle kazandığı birkaç parayı da elinden almışlardı. Ben kendisine tesadüf ettiğim zaman artık Türkiye’ye dönmeye karar vermiş ve ilk vapurla hareket etmek üzere New York’a gelmişti. O sırada Himaye-i Etfal Cemiyeti kâtib-i umumisi doktor Fuat Bey’in Amerika’ya gelişi Çavuş’un planını alt üst etmiş, seyahatini Fuat Bey’in dönüşüne ertelemek zorunda kalmıştı. Çünkü O, Türkler arasında hasıl olan millî heyecandan herkesten çok mütehassis ve müteheyyic olmuştu. Yetimlere yardım için yapılan bir müsamerede çocuk gibi ağlamış, yol parası olarak ayırdığı 200 doları da getirip bağış olarak vermişti. O vakit herkes Çavuş’u delilikle itham etmiş fakat gösterdiği bu büyük hareketi alkışlamaktan da geri duramamıştı. Zaten Çavuş için üç yetimin kurtulmasına yardım edebildiğini hissetmekten ve halk tarafından alkışlandığını görmekten daha büyük zevk olamazdı.  

Çavuş on sene evvel Amerika’ya gelmiş, muhtelif şimendifer kumpanyalarında çalışarak hayatını kazanmıştı. Şimdi artık vatanına dönerek ailesine kavuşmak, Amerika’ya giderken Erzurum köylerinden birinde bıraktığı yavrularını görmek arzusuna düşmüştü. On seneden beri vatanından uzak yaşadığı için sıla hasretine tutulmuştu. Vapurumuz Çanakkale’ye yaklaştığı zaman uzaktan nazlı nazlı dalgalanan kırmızı bayrağı görmek için Çavuş, kaptan mevkisine kadar çıkmıştı. 

İstanbul’da birkaç gün kaldık. O, hemşehrilerini görmek üzere Sirkeci’de kahveden kahveye koşuyor, ailesi hakkında malumat almaya çalışıyordu. Amerika’da iken senelerce onlardan mektup alamamış, çocuklarının hayat ve mematından haberdâr olamamıştı. İstanbul’da ilk aldığı malumat onun için pek de cesaret verici değildi. Ruslar Erzurum’u işgal ettikleri zaman Çavuş’un köyünü de harap etmişlerdi. Ailesinin ne olduğunu kimse bilmiyordu.
Neşeli Çavuş’umuz bu kara haberden sonra gülmez oldu. Trenle Ankara’ya geçtik. Çavuş, Ankara’da birkaç gün kaldıktan sonra memleketine gitmek üzere bizi terk etti. O vakitten beri Çavuş’tan haber alamadım. Geçen gün çehresine düşen ümitsizlik ve elemden başka hiçbir tarafı değişmeyen Çavuş’un ellerime sarıldığını gördüğüm zaman hayretten kendimi alamadım.

- Çavuş, nereden geliyorsun? dedim.

- Sormayın efendi, diye başladı. Bir sandalye alıp yanıma oturdu, ve hikâyesini nakle başladı:

- Beyefendi ben ulular memleketinden, matem ve felaket diyarından geliyorum. Sizi bıraktığım günden beri Anadolu’yu dolaşıyorum. Felakete uğramış Âşık Garip gibi şehir şehir, köy köy gezdim. Gördüklerim o kadar feci, o kadar acı, o kadar elimdir ki akan yaşlardan gözlerimin pınarları kurudu. Kalbim nasır tuttu. Artık ağlayamaz, hissedemez oldum. Ankara’dan ayrıldıktan sonra evvela Konya’ya gittim. Seyyid Battal Gazi’nin türbesine yüz sürmek istedim. Fakat yolu bozulmuş, türbesi yıkılmış, suyu kurumuş, ziyaretçileri kalmamış. Yıkık türbenin harap enkazı üzerinde oturdum ve ağladım. İşte o günden beri gözyaşım dinmedi, kalbime huzur ve teselli verecek bir manzara görmedim. Konya’da bir iki gün kaldıktan sonra, İstanbul tarikiyle Trabzon’a geçtim. Kahve kahve dolaştım, bizim köy halkını tanıyanlardan birini aradım. Nihayet Kiğılı ihtiyar emekli bir yüzbaşı buldum. Ondan aldığım derme çatma haberler İstanbul’da öğrendiklerimi teyid ediyordu. Bizim köy harap olmuş, ailemden pek az kişi sağ kalmıştı. Erzurum’a geldiğim zaman felaketin büyüklüğü gözümün önünde canlanmaya başladı. Bir vakit muntazam bir şehir olan Erzurum, bugün felaketzede bir köy halini almıştı. Artık felaket menbaına yaklaştıkça içimde beni ileriye iten kuvvete mukavemet edemiyor, bir an evvel köyüme varmak istiyordum. Fakat keşke varmaz olaydım, keşke o feci sahneyi görmeseydim. Altmış hanelik köyümde üç hane ve 15 nüfus kalmış, 18 kişilik ailemden yalnız ihtiyar bir amcam kurtulabilmişti. Çocukluğumu ve gençliğimi geçirdiğim bu yerler, şimdi baykuşlara yuva olmuştu. İnsanlar ağaç kovuklarında yatıyor, ot yiyerek geçiniyor, çocuklar topraklar içinde hayvan yavruları gibi yuvarlanıyorlardı. Elimde birkaç param vardı. Bütün köy halkını topladım. Ufak birkaç kulübe yaptırdım. Yaşayanlara başlarını sokacak bir yer tedarik ettim. Erzurum’dan çocuklara giyecek getirttim. Fakat ailemin ve köyümün bu derin matemi beni dertli yaptı. Artık orada duramadım. Harput, Malatya, Sivas vilayetlerini dolaştım. Şurada sıtmadan kıvranıyor, ötede açlıktan ölüyorlar. Her gördüğüm yerde kalbimin bir teli koptu. Bir güler yüz, bir mesut çehre, bir bahtiyar çocuk görmedim. On senede bu diyara ne olmuştu? Neden herkes ağlıyor, neden herkes sürünüyordu? Amerika’ya gitmeden evvel, bana öyle geliyor ki, biz şendik, mesuttuk. Şimdi gülmesini unutmuşuz, neşemizi kaybetmişiz. Anadolu’yu dolaşıp da dertli olmamak mümkün değildir. İstanbul’a geldim, herkesi siyaset dedikodusuyla meşgul buldum. Memleketin bir tarafındaki ızdıraba diğer bir köşesinin kayıtsız kalması beni öldürdü. Artık bugün canlı bir ölü olarak yaşıyorum. Benim de neşem kayboldu. Ben de gülmesini unuttum. Ne kadar bedbahtmışız beyefendi, ne kadar bedbaht..

Çavuş birdenbire sustu. Kendilerini mesut edebilmek endişesiyle ta Amerika’ya giden ve dönüşünde karısını çocuklarını bulamayan Çavuş hakikaten dertli ve gamlı olmuştu. Uğradığı büyük felaket karşısında delirmemesi şayan-ı hayret bir şeydi. Onu teselli etmek istedim. Fakat O, şahsi felaketinden ziyade memleketin derdiyle matemzede idi. Keşke hepimiz onun kadar bu matemi duyabilseydik!..



9 Şubat 2016 Salı

Nişanlılar Türküsü

İzmir'in Yunanlılar tarafından işgal edildiği dönemlerde çokça şarkı, türkü yazılıp söylenmiştir. Paylaştığımız bu şiir de İzmir'in o günlerine bir atıftır..


Nişanlılar Türküsü

Biz hepimiz birer nişanlı, 
Gittiğimiz yol, bak daha şanlı,
Haydi yiğitler dağlar dumanlı
Durmaya gelmez, koşup varalım,
Güzel İzmir'i hemen saralım!

İzmir güzeli karalar giymiş,
Zülfüne düşman eli mi değmiş?
O dilber yaralı, hasta mı, neymiş?
Haydi yiğitler yâr gelmiş dara
Gidip bakalım derin mi yara!

Baykuş tünemiş, viran bağında,
Çoban gezmezmiş yüce dağında,
Yere kapanıp şen ocağında,
Dertliyim diye ağlarmış İzmir,
Başına kara bağlarmış İzmir!

Kalkın yiğitler yolu yaralım,
Uğrayıp yurda koşup varalım,
Güzel İzmir'i hemen saralım,
İzmir'e nişan günüdür bugün!
Haydi orada yapalım düğün!


8 Şubat 2016 Pazartesi

Aziziye Karakolu


Eski İstanbul fotoğraflarına baktığımızda Galata Köprüsü'nün Karaköy tarafındaki başında iki katlı güzel bir bina görürüz. Bu bina, Sultan Abdülaziz zamanında yaptırıldığından Aziziye Karakolhanesi ismi tesmiye olunmuş ve köprünün asayişinden sorumlu tutulmuştur. 


Aziziye Karakolhanesi 1894 yılında meydana gelen depremde hasar görmüş olup Raimondo D'Aronco tarafından tamir edilmiştir. 


Sonraki yıllarda bu gösterişli ve zarif bina yıktırılmış, yerine Seyrü Sefain İdaresi binası yapılmıştır.


Reşat Ekrem Koçu, İstanbul Ansiklopesi'nde Aziziye Karakolhanesi'ni şöyle anlatmıştır:

"Abdülaziz devrinde gürültülü Galata hayatında, vurucu kırıcı kabadayıların, Galata yankesici ve hırsızlarının, şüpheli eşhasın sık sık uğradıkları bir yer idi. Karaköy köprüsü başında, bu satırların yazıldığı sırada Vagon-Li'nin bulunduğu eski Denizyolları (Seyrü Sefain) binası yerinde idi."





1 Şubat 2016 Pazartesi

Bekir Ağa Bölüğü'nde Neler Gördüm? -1-

Hayatında mahşeri görmek isteyenler 31 Mart irtica hadisesini müteakip Bekir Ağa Bölüğü'nü görmeliydiler. Hareket Ordusu İstanbul'a girerek her tarafı hükmü tahtına almış, günlerden beri İstanbul'u kana bulayan, münevver ve mütefekkirleri evlere sığınmaya mecbur eden irtica bastırılmış, taraf taraf divan-ı harpler kurulmuş, mürteciler tevkif edilip Bekir Ağa Bölüğü'ne gönderilmeye başlamıştı. Bekir Ağa Bölüğü o vakit mahşerden bir numune idi. Adi yobazlardan zamanın ricaline kadar üç bin kişi Bekir Ağa Bölüğü'nde istilaya uğramış bir memleketin muhacirleri gibi bütün koğuşları, koridorları, izbe katları doldurmuştu. Büyüğe küçüğe, rütbeye mevkiye bakılmıyor; getirilen içeri atılıyordu. O vakit Hareket Ordusu irticayı bir an evvel bastırarak vaziyete hakim olmak için üç divan-ı harp teşkil etmiş, bilahere başkumandan Enver Paşa, o vakit Enver Bey, merkez kumandanı olmuştu. Divan-ı harpler geceli gündüzlü ictima ediyor, İstanbul'un dört köşesine dağılan mürteciler taraf taraf tevkif edilerek Bekir Ağa Bölüğü'ne getiriliyorlardı. Bunların içinde Hamid'in kurenası, nâzırları, hafiyeleri, elebaşı yobazlar, adi mürteciler ve irticaya alet olan binlerce insan vardı. Ben o vakit Bekir Ağa Bölüğü'ne muhafız-ı kanun tayin edilmiştim. Yanıma birkaç tane nefer verilmiş, Bekir Ağa Bölüğü'nün muhafazası bize tevdi edilmişti. Mahpuslarla ben temas ediyor, onları ziyarete gelenleri ben idare ediyor, geceleri idama gidecekleri ben götürüyordum. Hayatımızın mühim bir kısmı memleketin siyasi hayatında mühim roller oynamış bu siyasi mücrimler arasında geçti. Onların bodrum katında nasıl dövüldüklerini, senelerce memleketi idare edenlerden bazı rezillerin idam sehpası önünde nasıl bu millete ettikleri zulmün hesabını verdiklerini, divan-ı harpte nasıl muhakeme edildiklerini gördüm. Otuz senelik bir mazinin hesabı hep gözlerimin önünde verildi. Orada gördüklerimi kârilerime naklederken şimdiye kadar efkâr-ı umumiyeye meçhul kalmış birçok sırları ifşa etmeye çalışacağım. Bu sırları bilenler birkaç kişidir. Onlar şimdiye kadar bildiklerini efkâr-ı umumiyeye bildirmemişlerdir. Halbuki Türk'ün siyasi tarihinde Bekir Ağa Bölüğü mühim bir mevki işgal edecektir.


Burada cereyan eden vakayi' bilhassa yeni yetişen nesil için ibret sahneleriyle doludur. Tarihe vesika vermek hem inkılap ruhiyle yetişen yeni nesle, mazinin siyasi hayatındaki çirkin ve iğrenç faciaları teşhir ederek onlarda demokrasi fikir ve zihniyetinin kuvvet bulmasına yardım etmek itibariyle Bekir Ağa Bölüğü'nde gördüklerimin bilinmesi faydadan hali olmayacaktır.

Bu küçük mukaddimeden sonra hikayemize başlayabiliriz. Bekir Ağa Bölüğü namıyla maruf olan yer  sâbık Harbiye Nezareti'nin sağ tarafında kırmızı boyalı bir binadır. Bu bina iki kattan ibarettir. Alt katı, Haliç'e doğru evkaf bir bahçeye nâzırdır. Fakat yalnız bir tarafından aydınlık alır. İç taraflarında karanlık, ratıb, loş ve penceresiz koğuşlar vardır. Bu koğuşlarda evvelce merkez kumandanlığı emrine merbut efrad oturuyordu. Binanın üst katı oldukça havadar ve ziyadar geniş koğuşlardan mürekkeptir. Bu katta merkez kumandanlığı dairesiyle kumandanlığa merbut zabitan daireleri ve zabitan yatakhaneleri bulunurdu.

İşte bu bina 31 Mart irtica hadisesinin bastırılmasını müteakip tevkifhane ittihaz edilmiş ve o günden itibaren bu bina Türkiye'nin siyasi hayatında maruf bir mahal olmuştur. O zamandan itibaren Bekir Ağa Bölüğü her türlü siyasi cürümlere bir ma'kes olmuştur. 31 Mart vakasında mürteciler, Hamid devrinin paşaları ve yobazlar  burada tevkif edildiği gibi, Mahmut Şevket Paşa vakasında âmil olanlar da buraya tıkılmışlardı. Sonra tarih döndü dolaştı, mütareke esnasında İttihatçılar da burasını ziyaret ettiler. Bu suretle Bekir Ağa Bölüğü her devrin en mühim siyasi ricallerini duvarları arasında gizleyen bir mahpus oldu. Ben buraya getirildiğim zaman irtica henüz bastırılmış, Hareket Ordusu mürtecileri tevkife başlamıştı. Bütün koğuşlar dolduktan maada camii bile mevkuflarla dolmuştu. Sabahtan akşama kadar yüzlerce mevkuf getiriliyor, içeri atılıyordu. Tevkif edilenler arasında Hamid'in kurenasından Cevher Ağa, Nadir Ağa, Kabasakal Mehmed Paşa, Derviş Vahdeti, Miralay Ramazan Bey, Bahriye Nâzırı Hüseyin Hüsnü Paşa'nın oğulları Cemal ve Kemal Efendiler, Miralay Mustafa Sadık, Bediüzzaman Said-i Kürdi, merkez kumandan sâbıkı Saadettin Paşa, Serasker Ali Rıza Paşa vesaire vardı. Koğuşlarda rütbeye, mevkiye bakılmıyordu. Yüz kişi alan bir koğuşa iki yüz kişi koyuyorduk. Yatak getirenler kendi yataklarında, getirmeyenler yerlerde yatıyordu. Koridorlar bile hınca hınç dolmuştu. Yalnız Kabasakal Mehmed Paşa ile Said-i Kürdi bir odada, Cevher Ağa ile Derviş Vahdeti ayrı odalarda bulunuyorlardı.


Bu tevkifat altı ay devam etti. Tevkif edilenlerden altmış iki kişi idam edildi. Divan-ı harpler her gün toplanıyor, müteaddid idam hükümleri veriyorlardı. Bir taraftan da divan-ı harplere merbut tahkik heyetleri tetkikata devam ediyor, her gün yeni  tevkifat yapıyorlardı.

İşte tam bu gürültülü, bu tehlikeli zamanda Bekir Ağa Bölüğü'nün muhafazasına memur olan Necati Bey beni çağırdı.
- Hasan, dedi, maiyetine lazım olduğu kadar nefer veriyorum. Bekir Ağa Bölüğü'ndeki mevkufların hayatlarından sen mesulsün. Kaçırırsan evvela sen asılırsın. Vazifeni  hüsn-i ifa edersen mükafat görürüsün. Maiyetindeki efrad yetişmezse sana istediğin kadar adam veririm.

Bu emri verirken Necati Bey o kadar sert ve soğuktu ki, karşısında titrememek mümkün değildi. Bekir Ağa Bölüğü'ne geldiğim gün henüz tevkifat bitmemişti. Tevkifhanenin içerisi görülecek bir manzara idi. İnsanlar mahşere gittikleri zaman dünyada yaptıklarının hesabını verecektirler. Bu mahşere toplanan insanlar da bize yirmi beş seneden fazla süren saltanat ve debdebe devrinin hesabını vermeğe gelmişlerdi. Senelerce bizi soyup, paramızla debdebe ve haşmet içinde yaşamağa alışmış paşalar, burada bile yüksekten atıyor, iğfal ederek irticaya teşvik ettikleri isimsiz kimselerin yanında oturup yatmağa tahammül edemiyor, onları hapishanede bile hizmetçi gibi kullanmağa çalışıyorlardı. Bunlar ya köşede oturup sigara kahve içerek ismetlerini tahfife yelteniyor, yahut da asabi asabi koridorlarda dolaşıyorlardı. Koğuşlardan birbirine gidip gelme yasak değildi. Mevkuflar kendi aralarında serbestçe konuşabilirlerdi. Onun için muhtelif koğuşlara dağılmış olan aynı cins insanlar birbirlerini bularak ayrı gruplar teşkil ediyorlardı. 

O vaktin irtica cereyanına kapılarak tevkif edilen isimsizler arasında kendilerini bu yeni hayata çabuk ısındıranlar çoktu. Bunlar yemeklerini kendileri pişiriyor, kendi yataklarını kendileri yapıyor, bazen de koğuştaki zenginlerin işlerini görerek birkaç para koparmanın yolunu buluyorlardı. Fakat Bekir Ağa Bölüğü'nün içinde derin, karanlık, korkunç bir matem havası vardı. Kimse yarının ne olacağını bilmiyor, ani ve seri ölüm herkesi korkutuyordu. Onun için, birisini aramak üzere içeri girdiğimiz zaman hemen her tarafta ses kesilir, Azrail gelmiş gibi herkes pür-halecan ağzımızdan çıkacak ismi anlamağa çalışırdı. Bizim içeride insan aramamız hiç de hayır için değildi. Gündüzse bir mevkufu divan-ı harbe götürmek, gece ise idam etmek için arıyoruz demekti. Fakat bazen içeride o kadar çok gürültü oluyordu ki, aradığımız adamı bulmak için tellal çağırır gibi bağırmağa ve saatlerce koğuşlar içinde dolaşmağa mecbur olurduk.