16 Şubat 2016 Salı

Sultan Abdülhamid-i Sani’nin Na’şı Önünde


Sabık Hakan irtihal etmiş. Bu havadis ilk defa gazetelerden öğrenildi. Boğaz, güneşin parlak ziyaları altında gülüyordu. Beylerbeyi Sarayı uzaktan, mavilikler içinde görünüyordu. Otuz üç sene Osmanlı tahtını işgal eden Sultan Abdülhamid-i Sani birkaç saat sonra, güzel İstanbul’un topraklarının altına gömülecekti. Sultan Abdülhamid’in cenazesi Beylerbeyi Sarayı’ndan Topkapı Sarayı’na getirilecekti. Orada yıkanacak ve saat dokuzda Sultan Mahmut Türbesi’ne gömülecekti. Topkapı sarayına gittim. Ortakapı önünde, başında kabalak, elinde tüfenk, tek bir nöbetçi bekliyor. Babüssaade önündeki Ak Ağalar, kemal-i nezaketle gelenleri karşılıyordu. Kubbealtı harap ve metruk, ihtişamlı devirlerin hatıralarıyla meşhun, asırlar boyu meydana gelen hadiselere acı acı gülüyor gibiydiler. Güneşin ziyası servilerden süzülüyor, çimenlerin üzerinde dökülüyordu. Bir iki hademe, ellerinde tırmıklar, şubatın feyizli güneşinin altında yeşeren çimenlerin üzerinden, sararmış yaprakları topluyorlardı. Sultan Üçüncü Ahmet Kütüphanesi’nin önünden geçtim. Siyah elbiseli bir hademe lale bahçesi tarafından hızla koştu: Cenaze geliyordu. Sarayburnu’na doğru ilerledim. Küçük bir kafile, parkın kumlu yokuşunu ağır ağır çıkıyordu. Rıhtıma büyük bir istimbot yanaşmış, sarı bacasından dumanlar yükseliyordu. Bu manzara pek hazindi: Marmara, sahiller, tepeler güneş içindeydi. Uzakta, Hamidiye Camii’nin narin ve beyaz binası, Yıldız’ın ağaçlık caddesi sarayın çıplak ağaçlar arasından görünen müselsel (birbirini takip eden) damları, mebhut ve sakindi. Siyah, bütün siyahlar giyinmiş bir kafilenin başları üzerinde, beyaz bir çarşaf, koyu bir şal, yeni bir sedye görülüyordu: Sultan Abdülhamid, tahta bir sedye üzerinde, yatağının içinde, bîruh yatmıştı. Kalın, sarı çizgili yatak çarşafı, sedyenin kenarlarına doğru sarkıyordu. Üzerine turuncu ve yeşil nakışlı, kıymetli, koyu bir şal örtülmüştü. Rüzgâr vurdukça şal kalkıyor, altında zayıf bir vücudun, ufak bir başın kabartısı görülüyordu. 


Cenazenin önünde Beylerbeyi Sarayı’nın muhafızı, yanlarında iki sıra asker, sedyenin etrafında Enderun-u Hümayun ağaları, saray erkânı ağır ağır yürüyorlardı. Sedye el üstünde taşınıyordu. Arkada Şehzade Selim Efendi, damad paşalar, mahzun ve müteessir ilerliyorlardı. Her tarafta müphem bir sükût vardı. Hademelerden biri elinde bir fes taşıyordu. Fesin üzerine beyaz bir mendil örtülmüştü. Bu, Sultan Abdülhamid-i Sani’nin fesiydi. Bütün sîmalar müteessirdi. Uzaktan bir bahçıvan, elinde bir çapa, melûl bakışlarını dikmiş bakıyordu. Etrafta cesedi taşıyanların kumlar üzerindeki ayak seslerinden başka bir şey işitilmiyordu. Deniz sakin ve dalgasızdı. Sarayın önünde, Bizans’ın ebedi yâdigârı, yüksek sütunlar, güneşin ziyalarıyla parlıyordu. Cenaze Lale bahçesinin önünden geçirildi. Hırka-i Saâdet’in yeşil ve yaldızlı kapısının önüne getirildi. Kapı açılmıştı. El üzerinde içeri girdi. Şehzadeler ve damat paşalar, Mecidiye Kasrı’nda cenazeye refakat edenler dışarıda kaldılar. Kapı kapandı. İçeriye Hırka-i Saadet erkânından başkası giremedi. Ne münevver, ne ulvi, ne ihtişamlı bir daireydi! Burası, Osmanlı hanedanının hilafet namına inşa ettiği en sanatkârane, en mutantan, en parlak bir mâbeddi. Duvarları mavi ve yeşil çiniler, altın yaldızlı levhalarla süslüydü. Sultan Selim’in halefleri ruhlarını bu mukaddes yerde tesliye ederler, ordularının zaferleri için burada dua ederler, Hırka-i Saadet önünde gözyaşı dökerlerdi. Duvarların rengârenk çinileri, kıymetli yazıları, göz kamaştırıyordu. Hacet Penceresi’nin önündeki hasırlar kısmen kaldırılmıştı. Karşıda geniş, buzlu camlar Haliç’in görünmesine engel oluyordu. İki yeşil kerevet üzerinde, serviden, altı kollu ufak bir tabut, hasırların kalktığı taşlık üzerinde, küçük bir teneşir görülüyordu. Sultan Abdülhamid, uryan ve bîruh teneşir üzerine yatırılmıştı. Hacet Penceresi’nin yaldızlı parmaklıklarının önünde üzgün bir halde durdum. 

Tabutun ilerisinde, Enderun erkânı, ellerini hürmetle kavuşturmuşlar, hizmete hazır bekliyorlardı, Karşıda, Sultan İbrahim’in Sünnet Odası, asırların menkıbelerini saklayan kapalı kapısı, mavi çinili duvarlarıyla, tarihin bu safhasına karışmak istemiyor gibiydi. Teneşirin etrafında, ikisi yeşil, ikisi beyaz sarıklı dört hoca, ellerinde sarı lifler, misk sabunları, dindârane bir saygıyla na’şı yıkıyorlardı. Sultan Abdülhamid’in beline doğru beyaz ve yeni bir kefen örtülmüştü. Göğsünden yukarısı ve dizlerinden aşağısı açıktaydı. Vücudunda uzun bir hastalığın zaafı görülmüyordu. Renginde ölüm sarılığı, korkunç bir sarılık yoktu; fildişinden camid bir cisim gibiydi. Boyu ufak, saçı ve sakalı ağarmıştı. Burnu, çehresine nispeten uzunca idi. Gözleri kapanmış, çukura batmıştı. Uzun ve siyah kaşlarının üzerinde melâl ve teessür vardı. Saçları alnına doğru biraz dökülmüştü. Sakalı bembeyaz, uçlarına doğru sararmıştı. Yüzünde ihtiyarlık alameti, fazla buruşukluk yoktu. Boynu incelmiş, omuz kemikleri dışarı fırlamıştı. En zayıf yerleri göğsüydü. Göğüs ve kalça kemikleri görülüyordu. Bacakları beyaz ve ince, ayakları ufaktı. Vücudunda hiç kıl yoktu. Yalnız meme uçlarında, kollarının alt kısımlarında, parmaklarının üzerinde siyah kıllar görülüyordu. Kolları bîtap bir şekilde iki tarafa düşmüş, ayaklarını parmakları açılmıştı. Vücudunun sağ tarafı bembeyazdı. Sol tarafında ve arkasında kırmızılıklar görülüyordu. Vücudunun tamamı sevimliydi. Beyaz bir vücud, yıkandıkça güzelleşen bir na’ş, yeni bir teneşirin üstünde, yıkayanların ellerine tabî, uzanmış yatıyordu. Na’şın karşısında, ellerinde gümüş buhurdanlar, ağalar duruyordu, Herkes huzur içindeydi. Bütün sîmalarda tevekkül alâmetleri görülüyordu. Hırka-ı Saadet Dairesi, tarihi bir gün yaşıyordu. O gün, olaylarla dolu, uzun bir saltanat devresinin son sayfası kapanacaktı. Bütün bakışlar Sultan Abdülhamid’in teneşir üzerinde yatan kapalı gözlerine dikilmişti. Na’şa sıcak sular döküldüğünde beyaz bir duman yükseliyor, buhurdanlardan çıkan ud ve anber kokularına karışıyordu. Etrafta huşû içinde bir sükûnet hüküm sürüyordu. Hizmet için girip çıkanların hasırlar üzerinde, ayak seslerinden başka bir ses işitilmiyordu. Ayak ucunda, direğin yanında, damatlardan iki zat, ellerini kavuşturmuşlar, gözleri na’şa yönelik, müteessirane ağlıyorlardı. Dışarıda tabiatın bütün güzellikleri hissediliyordu: Haliç’in suları umulmaz bir şubat güneşinin revnakları altında parlıyordu. Çamaşırlığın ağaçları çıplak, baharın feyzine hazırdı. Yıkanma el’an bitmemişti. Sultan Abdülhamid’in teneşir üzerinde kapanmış gözleri, ağarmış saçları, çıplak vücudu ile hareketsiz bir şekilde yatışı kalblerde melâl ve intibah hisleri meydana getiriyordu. Bazen başı birden bire kayıyor, yanlarına doğru düşen kollarıyla masum, bîçare bir insan vaziyeti alıyor, ak ve perişan sakalıyla boynu garibâne bükülüyordu. Nihayet na’şın yıkanması bitti. Sarı ipek işlemeli havlularla kurulandı. Tabut yere indirildi. Teneşir tabutun yanına getirildi. İçine kefenler serildi. Sultan Abdülhamid’in na’şı hürmetle tabuta indirildi. Sultan Abdülhamit son dakikalarına kadar, kendini kaybetmemişti. Hatta vasiyette bulunmuştu: Göğsüne “Ahidname Duası” konacak, yüzüne “Hırka Saadet Destimalı”, siyah kâbe örtüsü örtülecekti. Bu vasiyet harfiyen yerine getirildi. Sultan Abdülhamit’in tabut içinde, beyaz kefenler arasında, kemikleri sayılan çıplak göğsünde ahidname duası, yüzünde siyah bir kâbe örtüsü, ak sakalı, ebediyete doğru kapanmış gözleriyle uryan ve perişan, Hırka-i Saadet Dairesi’nde yatışı cidden elimdi: Sultan Abdülhamid bütün günahlarını tarihe bırakmış, huşu içinde Huzur-u İlahi’ye gidiyordu. Kefen bağlandı, tabut kapandı. Sedef kakmalı, asırlar görmüş bir saatin ağır tıktıkları Hırka-i Saadet Dairesi’nin ulviyeti içinde aksetti. Tabutun teçhizine başlanmıştı. Üzerine evvela bir yatak çarşafı, daha üstüne sırma işlemeli al bir örtü konuldu. Ayak ucuna lâciverte yakın çiçekli bir kumaş sarıldı. En üstüne Kâbe örtüleri, kıymetli taşlarla süslü kemerler konuldu. Başına ve kollarına şallar sarıldı. Baş tarafa sarılan, yeşil atlas üzerine kırmızı bir fes konuldu. Na’ş yıkanırken, çıplak bir tabut, tahta bir teneşir, Hırka-i Saadet Dairesi’nin gözleri kamaştıran renkleri ve yaldızlarıyla tezat teşkil ediyordu. Şimdi Sultan Abdülhamid’in; ipekler, şallar, sırmalar, kıymetli taşlarla süslü tabutu dairenin ihtişamına ve ulviyetine yakışmıştı. Herkes çekildi. Yalnız müzeyyen sütunlar, renkli duvarlar, parlak tablolar arasında, başı harem dairesine yönelik bir tabut, solda, kutsal dairenin penceresinden altınlar ve sırmalarla süslü yeşil perdeler, ağır sırma püsküller, altın şebekeler, değerli ve tarihi tablolar, Kelam-ı Kadimler görülüyordu. Arzhane önünde bir ayak sesi işitildi. Damat paşalardan, muhterem bir zat, üzgün adımlarla ilerledi. Hırka-i Saadet duvarının köşesinde melul ve mahzun durdu. Ellerini açtı, gözleri tabuta çevrili kısa bir dua etti. Samimi bir hıçkırık kalblerde akisler bıraktı. Saat dokuz. Hırka-ı Saadet kapısının önünde sırmalı üniformalar, kalpaklar ve şapkalarıyla sefirler ve subaylar bekliyorlardı. Yabancılar bu muazzam daireyi merak ve hayretle seyrediyorlardı. Ulema, arkalarında geniş kollu, göğsü sırmalı yeşil ve mor elbiseler, sarıklarında sırmalar, hürmetle karşılanıyordu. Kalabalık gittikçe artıyordu. Saltanat veliahdı şehzadeler, büyük üniformalarla gelmişlerdi. Şubat güneşinin altında sırma, nişan, üniforma parıltısından başka bir şey görülmüyordu. 

                     
Hırka-i Saadet Dairesinin kapısı birdenbire açıldı. Bütün gözler kapıya çevrildi. Kalabalık o tarafa doğru birikti. Kapının iki tarafı doldu. Herkes, heyecanlı kalblerle cenazeyi görmek istiyordu. Nihayet elmaslı kemerler, sırmalı Kâbe örtüleri, al atlaslarla süslü tabut, kırmızı fesi ile parmaklar üzerinde heybetli ve muhteşem dışarı çıktı. Devlet erkânı, subaylar, Sultan Abdülhamid’in cenazesinin huzurundaydılar: Bütün nazarlar tabuta dikilmişti. Tabut, Hırka-i Saadet kapısının önüne, yüksek bir yere konuldu. Hamidiye Camii’nin kürsi şeyhi, sırmalı yeşil elbisesi, göğsünde nişanı ile taşın üzerine çıktı. Etrafına bakınarak :

- “Merhumu nasıl bilirsiniz?” Velveleli, hazin, müteessir birçok ses servilerin arasında yankılandı:

- İyi biliriz!...

Kısa bir fatiha bu merasime son verdi. Tabut kaldırıldı. Sultan Üçüncü Ahmet Kütüphanesi’nin Arz Odası’nın sağından ağır ağır geçti. Babüssaade önüne geldi. Cenaze namazı usûlüne uygun burada kılındı. Alay burada tertip edilecekti. Şehzadeler, milletvekilleri, a’yan, devlet erkânı, konsoloslar, komutanlar, saray mensupları hep buraya toplanmışlardı. Arada-sırada teşrifat memurlarının (protokol görevlilerinin) sırmalı elbiseleriyle, ellerinde beyaz bir kâğıt: “A’yan, mebusan, ilmiye ricali, ümera…” diye çağıran sesleri işitiliyordu. Nihayet alay hazırlandı. Servilerin önüne hademe-i şâhâne, subaylar ve erler dizilmişlerdi. Piyadeler silahlarını omuzlarına asmışlar, büyük bir sessizlik içinde yürüyorlardı. Tabutun önünde dedeler, Şâzelî Dergâhı’nın dervişleri giriyordu. Tabutu taşıyanlar Enderun-u Hümayun Ağaları ve saray erkânıydı. Tabut, Babü’s-Saade’den Ortakapı’ya kadar, servilerin arasından, yavaş yavaş ilerledi. Ortakapı’dan vakar ve ihtişam ile çıkarken hazin bir tehlil, rûha huşû ve tevekkül veren tatlı bir sâdâ, Ortakapı’nın taş duvarına, bir zamanlar vezirlere hapishanelik yapan kapının arasına aksetti. Bu sadâ, Üçüncü Sultan Selim’in; hassas, necip ruhunun tercümanı idi. Enderun’dan yankılanan her nağmenin, Enderun’dan yükselen her teranenin, hassas padişahın temiz ve mübarek ruhunu yâd ettirmemesi mümkün müydü? Enderun-u Hümayun ağaları salavat okuyorlardı. 

Kubbealtı’nın harap duvarlarına yansıyan sesler Osmanlı ruhunun hazin feryadlarıydı. Herkes tabutun arkasından saygıyla yürüyordu. Bu tarihi kapı, ne padişah cenazelerinin çıktığını görmüş, etrafında ne acı gözyaşlarının döküldüğüne şahit olmuştu. Önce dedegânın aralıklarla söylenen hazin sesleri işitiliyor, Şâzelî Dergâhı şeyhlerinin hüzünlü bir Arap lahni ile okudukları kelime-i tevhîd, tekbirler ve na’tlar arasında, aheste bir nakarat gibi yükseliyordu. Ortakapı ile Bâb-ı Hümayun arası Alman subaylarının otomobilleri, mükellef konak arabalarıyla dolmuştu. İki zarif hanım, arabada ayağa kalkmışlar, yüzlerinde ince peçeler, alayı seyrediyorlardı. Biraz ötede, Bizans’ın İrini Kilisesi ve son devir askerî müzesinin önünde mehterhâne takımı, büyük kavukları, kırmızı şalvarları, sırma cepkenleri, sarılı ve kırmızılı bayraklarıyla durmuşlardı. Canlı bir tarih, hürmet ve tevkîr ile tabutu selamlıyorlardı.

Cenaze Bâb-ı Hümayun’dan çıktı. Sokaklar insandan görülmüyordu. Ayasofya önünden Sultan Mahmut Türbesi’ne kadar caddeye iki sıra asker dizilmişti. Ağaçlar, evler, pencereler, damlar; kadınlarla, çoluk-çocukla dolmuştu. Tramvaylar durmuştu. Tabut, acıklı ve müessir dualarla, tekbirler ve tehlillerle ilerliyordu. Cenazeyi görenler üzülüyorlardı. Evlerin pencereleri kadınlarla doluydu. Bir hanım hıçkırıklarını tutamıyor, mendili gözlerinde, başını duvara dayamış ağlıyordu. Cenazeyi lâkaydane seyredenler de vardı. Fakat hassas kalbler, bu hazin merasime, bu elem verici feryatlara, bu dinî ihtişama karşı gözlerinin yaşardığını hissediyordu. Otuz üç sene Hilafet makamını işgal eden Osmanlı padişahının son merasimi hürmetle, saygıyla yerine getiriliyordu.

Son hıçkırığı andıran Allah!...Allah!... Nidalarıyla tabut, türbe kapısından içeri girdi. Sultan Abdülhamid; hürmet ve tekrîm ile kabre indirildi. Osmanlı tarihinin otuz üç senelik bölümü hazin bir şekilde sona erdi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder