10 Şubat 2016 Çarşamba

Erzurumlu Yusuf Gülabi Çavuş

On sene evvel Amerika’ya giden Gülabi Çavuş, dönüşünde on sekiz kişilik ailesinden bir fert bile görmeye muvaffak olamamış, bu üzüntüyle dertli olarak Âşık Garip gibi şehir şehir Anadolu’yu dolaşmıştır. Gülabi Çavuş bize Anadolu’da gördüklerini anlatıyor..
Yusuf Gülabi Çavuş’u Amerika’da tanıdım. On seneden beri Amerika’da yaşadığı halde, Anadolu’dan henüz gelmiş kadar saf ve temiz kalpli bir Anadolu çocuğu idi. Sekiz-on sene telgraf çavuşluğu yapmış ve kırkından sonra Amerika’ya giderek biraz para kazanmak hevesine düşmüştü. Aslında onun paraya ehemmiyet verdiği yoktu. O, parayı başkaları için kazanır, elinde avucunda ne varsa başkalarına yedirmekten zevk alırdı. O, yumuşak kalpli, yalan nedir bilmez, yardımdan hoşlanır bir Türk’tü. Ağzını ve yanaklarının alt kısımlarını örten pala bıyıkları, kırmızı fesi, Erzurum ağzını muhafaza eden lisanıyla Gülabi Çavuş’u tanımayan yoktu. Onun bu safdilliğinden istifade etmek isteyenler de çıkmış, zavallının şimendifer kumpanyalarında ağır işlerde çalışmak suretiyle kazandığı birkaç parayı da elinden almışlardı. Ben kendisine tesadüf ettiğim zaman artık Türkiye’ye dönmeye karar vermiş ve ilk vapurla hareket etmek üzere New York’a gelmişti. O sırada Himaye-i Etfal Cemiyeti kâtib-i umumisi doktor Fuat Bey’in Amerika’ya gelişi Çavuş’un planını alt üst etmiş, seyahatini Fuat Bey’in dönüşüne ertelemek zorunda kalmıştı. Çünkü O, Türkler arasında hasıl olan millî heyecandan herkesten çok mütehassis ve müteheyyic olmuştu. Yetimlere yardım için yapılan bir müsamerede çocuk gibi ağlamış, yol parası olarak ayırdığı 200 doları da getirip bağış olarak vermişti. O vakit herkes Çavuş’u delilikle itham etmiş fakat gösterdiği bu büyük hareketi alkışlamaktan da geri duramamıştı. Zaten Çavuş için üç yetimin kurtulmasına yardım edebildiğini hissetmekten ve halk tarafından alkışlandığını görmekten daha büyük zevk olamazdı.  

Çavuş on sene evvel Amerika’ya gelmiş, muhtelif şimendifer kumpanyalarında çalışarak hayatını kazanmıştı. Şimdi artık vatanına dönerek ailesine kavuşmak, Amerika’ya giderken Erzurum köylerinden birinde bıraktığı yavrularını görmek arzusuna düşmüştü. On seneden beri vatanından uzak yaşadığı için sıla hasretine tutulmuştu. Vapurumuz Çanakkale’ye yaklaştığı zaman uzaktan nazlı nazlı dalgalanan kırmızı bayrağı görmek için Çavuş, kaptan mevkisine kadar çıkmıştı. 

İstanbul’da birkaç gün kaldık. O, hemşehrilerini görmek üzere Sirkeci’de kahveden kahveye koşuyor, ailesi hakkında malumat almaya çalışıyordu. Amerika’da iken senelerce onlardan mektup alamamış, çocuklarının hayat ve mematından haberdâr olamamıştı. İstanbul’da ilk aldığı malumat onun için pek de cesaret verici değildi. Ruslar Erzurum’u işgal ettikleri zaman Çavuş’un köyünü de harap etmişlerdi. Ailesinin ne olduğunu kimse bilmiyordu.
Neşeli Çavuş’umuz bu kara haberden sonra gülmez oldu. Trenle Ankara’ya geçtik. Çavuş, Ankara’da birkaç gün kaldıktan sonra memleketine gitmek üzere bizi terk etti. O vakitten beri Çavuş’tan haber alamadım. Geçen gün çehresine düşen ümitsizlik ve elemden başka hiçbir tarafı değişmeyen Çavuş’un ellerime sarıldığını gördüğüm zaman hayretten kendimi alamadım.

- Çavuş, nereden geliyorsun? dedim.

- Sormayın efendi, diye başladı. Bir sandalye alıp yanıma oturdu, ve hikâyesini nakle başladı:

- Beyefendi ben ulular memleketinden, matem ve felaket diyarından geliyorum. Sizi bıraktığım günden beri Anadolu’yu dolaşıyorum. Felakete uğramış Âşık Garip gibi şehir şehir, köy köy gezdim. Gördüklerim o kadar feci, o kadar acı, o kadar elimdir ki akan yaşlardan gözlerimin pınarları kurudu. Kalbim nasır tuttu. Artık ağlayamaz, hissedemez oldum. Ankara’dan ayrıldıktan sonra evvela Konya’ya gittim. Seyyid Battal Gazi’nin türbesine yüz sürmek istedim. Fakat yolu bozulmuş, türbesi yıkılmış, suyu kurumuş, ziyaretçileri kalmamış. Yıkık türbenin harap enkazı üzerinde oturdum ve ağladım. İşte o günden beri gözyaşım dinmedi, kalbime huzur ve teselli verecek bir manzara görmedim. Konya’da bir iki gün kaldıktan sonra, İstanbul tarikiyle Trabzon’a geçtim. Kahve kahve dolaştım, bizim köy halkını tanıyanlardan birini aradım. Nihayet Kiğılı ihtiyar emekli bir yüzbaşı buldum. Ondan aldığım derme çatma haberler İstanbul’da öğrendiklerimi teyid ediyordu. Bizim köy harap olmuş, ailemden pek az kişi sağ kalmıştı. Erzurum’a geldiğim zaman felaketin büyüklüğü gözümün önünde canlanmaya başladı. Bir vakit muntazam bir şehir olan Erzurum, bugün felaketzede bir köy halini almıştı. Artık felaket menbaına yaklaştıkça içimde beni ileriye iten kuvvete mukavemet edemiyor, bir an evvel köyüme varmak istiyordum. Fakat keşke varmaz olaydım, keşke o feci sahneyi görmeseydim. Altmış hanelik köyümde üç hane ve 15 nüfus kalmış, 18 kişilik ailemden yalnız ihtiyar bir amcam kurtulabilmişti. Çocukluğumu ve gençliğimi geçirdiğim bu yerler, şimdi baykuşlara yuva olmuştu. İnsanlar ağaç kovuklarında yatıyor, ot yiyerek geçiniyor, çocuklar topraklar içinde hayvan yavruları gibi yuvarlanıyorlardı. Elimde birkaç param vardı. Bütün köy halkını topladım. Ufak birkaç kulübe yaptırdım. Yaşayanlara başlarını sokacak bir yer tedarik ettim. Erzurum’dan çocuklara giyecek getirttim. Fakat ailemin ve köyümün bu derin matemi beni dertli yaptı. Artık orada duramadım. Harput, Malatya, Sivas vilayetlerini dolaştım. Şurada sıtmadan kıvranıyor, ötede açlıktan ölüyorlar. Her gördüğüm yerde kalbimin bir teli koptu. Bir güler yüz, bir mesut çehre, bir bahtiyar çocuk görmedim. On senede bu diyara ne olmuştu? Neden herkes ağlıyor, neden herkes sürünüyordu? Amerika’ya gitmeden evvel, bana öyle geliyor ki, biz şendik, mesuttuk. Şimdi gülmesini unutmuşuz, neşemizi kaybetmişiz. Anadolu’yu dolaşıp da dertli olmamak mümkün değildir. İstanbul’a geldim, herkesi siyaset dedikodusuyla meşgul buldum. Memleketin bir tarafındaki ızdıraba diğer bir köşesinin kayıtsız kalması beni öldürdü. Artık bugün canlı bir ölü olarak yaşıyorum. Benim de neşem kayboldu. Ben de gülmesini unuttum. Ne kadar bedbahtmışız beyefendi, ne kadar bedbaht..

Çavuş birdenbire sustu. Kendilerini mesut edebilmek endişesiyle ta Amerika’ya giden ve dönüşünde karısını çocuklarını bulamayan Çavuş hakikaten dertli ve gamlı olmuştu. Uğradığı büyük felaket karşısında delirmemesi şayan-ı hayret bir şeydi. Onu teselli etmek istedim. Fakat O, şahsi felaketinden ziyade memleketin derdiyle matemzede idi. Keşke hepimiz onun kadar bu matemi duyabilseydik!..



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder