On sene evvel Amerika’ya giden Gülabi Çavuş, dönüşünde on
sekiz kişilik ailesinden bir fert bile görmeye muvaffak olamamış, bu üzüntüyle
dertli olarak Âşık Garip gibi şehir şehir Anadolu’yu dolaşmıştır. Gülabi Çavuş
bize Anadolu’da gördüklerini anlatıyor..
Yusuf Gülabi Çavuş’u Amerika’da tanıdım. On seneden beri
Amerika’da yaşadığı halde, Anadolu’dan henüz gelmiş kadar saf ve temiz kalpli
bir Anadolu çocuğu idi. Sekiz-on sene telgraf çavuşluğu yapmış ve kırkından
sonra Amerika’ya giderek biraz para kazanmak hevesine düşmüştü. Aslında onun
paraya ehemmiyet verdiği yoktu. O, parayı başkaları için kazanır, elinde
avucunda ne varsa başkalarına yedirmekten zevk alırdı. O, yumuşak kalpli, yalan
nedir bilmez, yardımdan hoşlanır bir Türk’tü. Ağzını ve yanaklarının alt kısımlarını
örten pala bıyıkları, kırmızı fesi, Erzurum ağzını muhafaza eden lisanıyla
Gülabi Çavuş’u tanımayan yoktu. Onun bu safdilliğinden istifade etmek isteyenler
de çıkmış, zavallının şimendifer kumpanyalarında ağır işlerde çalışmak
suretiyle kazandığı birkaç parayı da elinden almışlardı. Ben kendisine tesadüf
ettiğim zaman artık Türkiye’ye dönmeye karar vermiş ve ilk vapurla hareket
etmek üzere New York’a gelmişti. O sırada Himaye-i Etfal Cemiyeti kâtib-i
umumisi doktor Fuat Bey’in Amerika’ya gelişi Çavuş’un planını alt üst etmiş,
seyahatini Fuat Bey’in dönüşüne ertelemek zorunda kalmıştı. Çünkü O, Türkler
arasında hasıl olan millî heyecandan herkesten çok mütehassis ve müteheyyic
olmuştu. Yetimlere yardım için yapılan bir müsamerede çocuk gibi ağlamış, yol
parası olarak ayırdığı 200 doları da getirip bağış olarak vermişti. O vakit
herkes Çavuş’u delilikle itham etmiş fakat gösterdiği bu büyük hareketi alkışlamaktan
da geri duramamıştı. Zaten Çavuş için üç yetimin kurtulmasına yardım
edebildiğini hissetmekten ve halk tarafından alkışlandığını görmekten daha
büyük zevk olamazdı.
Çavuş on sene evvel Amerika’ya gelmiş, muhtelif şimendifer
kumpanyalarında çalışarak hayatını kazanmıştı. Şimdi artık vatanına dönerek
ailesine kavuşmak, Amerika’ya giderken Erzurum köylerinden birinde bıraktığı
yavrularını görmek arzusuna düşmüştü. On seneden beri vatanından uzak yaşadığı
için sıla hasretine tutulmuştu. Vapurumuz Çanakkale’ye yaklaştığı zaman uzaktan
nazlı nazlı dalgalanan kırmızı bayrağı görmek için Çavuş, kaptan mevkisine
kadar çıkmıştı.
İstanbul’da birkaç gün kaldık. O, hemşehrilerini görmek
üzere Sirkeci’de kahveden kahveye koşuyor, ailesi hakkında malumat almaya çalışıyordu.
Amerika’da iken senelerce onlardan mektup alamamış, çocuklarının hayat ve
mematından haberdâr olamamıştı. İstanbul’da ilk aldığı malumat onun için pek de
cesaret verici değildi. Ruslar Erzurum’u işgal ettikleri zaman Çavuş’un köyünü
de harap etmişlerdi. Ailesinin ne olduğunu kimse bilmiyordu.
Neşeli Çavuş’umuz bu kara haberden sonra gülmez oldu. Trenle
Ankara’ya geçtik. Çavuş, Ankara’da birkaç gün kaldıktan sonra memleketine
gitmek üzere bizi terk etti. O vakitten beri Çavuş’tan haber alamadım. Geçen
gün çehresine düşen ümitsizlik ve elemden başka hiçbir tarafı değişmeyen
Çavuş’un ellerime sarıldığını gördüğüm zaman hayretten kendimi alamadım.
- Çavuş, nereden geliyorsun? dedim.
- Sormayın efendi, diye başladı. Bir sandalye alıp yanıma
oturdu, ve hikâyesini nakle başladı:
- Beyefendi ben ulular memleketinden, matem ve felaket
diyarından geliyorum. Sizi bıraktığım günden beri Anadolu’yu dolaşıyorum.
Felakete uğramış Âşık Garip gibi şehir şehir, köy köy gezdim. Gördüklerim o
kadar feci, o kadar acı, o kadar elimdir ki akan yaşlardan gözlerimin pınarları
kurudu. Kalbim nasır tuttu. Artık ağlayamaz, hissedemez oldum. Ankara’dan
ayrıldıktan sonra evvela Konya’ya gittim. Seyyid Battal Gazi’nin türbesine yüz
sürmek istedim. Fakat yolu bozulmuş, türbesi yıkılmış, suyu kurumuş,
ziyaretçileri kalmamış. Yıkık türbenin harap enkazı üzerinde oturdum ve
ağladım. İşte o günden beri gözyaşım dinmedi, kalbime huzur ve teselli verecek
bir manzara görmedim. Konya’da bir iki gün kaldıktan sonra, İstanbul tarikiyle
Trabzon’a geçtim. Kahve kahve dolaştım, bizim köy halkını tanıyanlardan birini
aradım. Nihayet Kiğılı ihtiyar emekli bir yüzbaşı buldum. Ondan aldığım derme
çatma haberler İstanbul’da öğrendiklerimi teyid ediyordu. Bizim köy harap
olmuş, ailemden pek az kişi sağ kalmıştı. Erzurum’a geldiğim zaman felaketin
büyüklüğü gözümün önünde canlanmaya başladı. Bir vakit muntazam bir şehir olan
Erzurum, bugün felaketzede bir köy halini almıştı. Artık felaket menbaına
yaklaştıkça içimde beni ileriye iten kuvvete mukavemet edemiyor, bir an evvel
köyüme varmak istiyordum. Fakat keşke varmaz olaydım, keşke o feci sahneyi
görmeseydim. Altmış hanelik köyümde üç hane ve 15 nüfus kalmış, 18 kişilik
ailemden yalnız ihtiyar bir amcam kurtulabilmişti. Çocukluğumu ve gençliğimi geçirdiğim
bu yerler, şimdi baykuşlara yuva olmuştu. İnsanlar ağaç kovuklarında yatıyor,
ot yiyerek geçiniyor, çocuklar topraklar içinde hayvan yavruları gibi
yuvarlanıyorlardı. Elimde birkaç param vardı. Bütün köy halkını topladım. Ufak
birkaç kulübe yaptırdım. Yaşayanlara başlarını sokacak bir yer tedarik ettim.
Erzurum’dan çocuklara giyecek getirttim. Fakat ailemin ve köyümün bu derin
matemi beni dertli yaptı. Artık orada duramadım. Harput, Malatya, Sivas
vilayetlerini dolaştım. Şurada sıtmadan kıvranıyor, ötede açlıktan ölüyorlar.
Her gördüğüm yerde kalbimin bir teli koptu. Bir güler yüz, bir mesut çehre, bir
bahtiyar çocuk görmedim. On senede bu diyara ne olmuştu? Neden herkes ağlıyor,
neden herkes sürünüyordu? Amerika’ya gitmeden evvel, bana öyle geliyor ki, biz
şendik, mesuttuk. Şimdi gülmesini unutmuşuz, neşemizi kaybetmişiz. Anadolu’yu
dolaşıp da dertli olmamak mümkün değildir. İstanbul’a geldim, herkesi siyaset
dedikodusuyla meşgul buldum. Memleketin bir tarafındaki ızdıraba diğer bir
köşesinin kayıtsız kalması beni öldürdü. Artık bugün canlı bir ölü olarak
yaşıyorum. Benim de neşem kayboldu. Ben de gülmesini unuttum. Ne kadar
bedbahtmışız beyefendi, ne kadar bedbaht..
Çavuş birdenbire sustu. Kendilerini mesut edebilmek
endişesiyle ta Amerika’ya giden ve dönüşünde karısını çocuklarını bulamayan
Çavuş hakikaten dertli ve gamlı olmuştu. Uğradığı büyük felaket karşısında
delirmemesi şayan-ı hayret bir şeydi. Onu teselli etmek istedim. Fakat O, şahsi
felaketinden ziyade memleketin derdiyle matemzede idi. Keşke hepimiz onun kadar
bu matemi duyabilseydik!..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder