30 Ağustos 2016 Salı

30 Ağustos Zafer ve Tayyare Bayramı

1926 yılı gazete ve mecmualarından 30 Ağustos Zafer ve Tayyare Bayramı..
30 Ağustos Zafer Bayramı Kutlu Olsun..






16 Ağustos 2016 Salı

Galatasaray ve Fenerbahçe Arasındaki Şilt İhtilafı

İstanbul Futbol Şampiyonluğu'nun Bir Tarihçesi

1324 Senesinden Beri "Galatasaray" 8 Defa Şampiyon Olmuştur. "Fenerbahçe" İle "Galatasaray" Arasındaki Şilt İhtilafı..


1925-1926 senesi futbol şampiyonluğunu Galatasaray'ın kazanması üzerine İstanbul Şampiyonluğu'nun tarihçesine şöyle bir nazar atfını münasip gördük.

İstanbul Şampiyonluğu, bidayette Moda ve Kadıköy gibi Rum ve İngiliz kulüpleri arasında cereyan ederdi. Sonra Türkiye'nin ilk futbol kulübü olan Galatasaray teşkil etti. O zaman Moda'daki İngiliz agniyasından Vebtollar (?) tarafından on senelik bir şilt vaz' edilmişti. Bu şilte levha-i iftihar ünvanını verebiliriz. Birlik müsabakalarında şampiyon olan takımın ismi bu levha-i iftiharın üzerindeki mahall-i mahsusa senesi ile beraber kaydedilirdi. 

Galatasaray kuvvetlenmeden evvel Moda ve Kadıköy kulüplerinin galiba üç defa isimleri bu levha-i iftihara geçmişti. Galatasaray ilk defa 324-325 (1908-1909) senesinde şampiyon oldu. Şu halde Türk kulüpleri için İstanbul Şampiyonluğu 324-325 senesinde başlar. O tarihten itibaren şampiyonluk atideki kulüplerimize nasip olmuştur:

(1908-1909 Şampiyonu Galatasaray)

324-325 te Galatasaray

325-326 da Galatasaray

326-327 de Galatasaray

327-328 de Galatasaray takımı sonbaharda Macaristan'a gitmiş ve avdetinde şampiyonluk müsabakalarına girememiştir. Esasen o sene birincilik müsabakaları da intaç edilememiştir.

328-329 da Fenerbahçe
Fakat bu seneki müsabakalarda Galatasaray birincilik müsabakalarına dahil edilmemiştir.

329-330 da Fenerbahçe

330-331 de Galatasaray
Bu seneye kadar müsabakalar hep pazar günü yapılırdı. Sonra Türk takımları çoğaldığından ve bir de Cuma Birliği teşkil ettiğinden takımlar Pazar Birliği ve Cuma Birliği namıyla iki zümreye ayrılmışlardır. Galatasaray Cuma Birliği'ne dahil olmuştur. Fenerbahçe o sene zayıf olduğundan Cuma Birliği'ne girememiş ve ikinci derecede kulüplerden başka bir birlik teşkil ederek bu birlikte şampiyon olmuştur. Cuma Birliği'nde ise Galatasaray birinci olmuştur. Fakat levha-i iftihar Fenerbahçe kulübünde olduğu için ismini o senenin şampiyonu olarak yine levhaya hakk ettirmiştir.

(1911-1912 Şampiyonu Fenerbahçe)

331-332 de Galatasaray
Bu sene şampiyon Galatasaray olduğu halde Fenerbahçe yine levha-i iftihara ismini hakk ettirmiştir. Bu suretle levha-i iftiharda ismi en çok mahkuk olan kulüp Fenerbahçe olduğu cihetle şildin sahibi olmuştur. Galatasaray buna itiraz etmiş, fakat o zaman federasyon gibi spor işleriyle meşgul bir makam olmadığı cihetle Fenerbahçe levha-i iftiharı vermemiştir.

Şilt meselesi ileride teşkil edecek federasyonca halledilmek üzere, öylece emrivaki şeklinde bırakılmıştır.

332-333 te Altınordu

333-334 te Altınordu

334-335 te Altınordu

335-336 da Altınordu
Bu iki mütareke senesi zarfında şampiyonluk müsabakaları yapılamamıştır.

336-337 de Fenerbahçe

337-338 de Galatasaray

338-339 da . . .
Bu sene şampiyonluk müsabakaları itmam edilemeyerek yarıda kalmıştır.

339-340 ta Beşiktaş

340-341 de Galatasaray

341-342 de Galatasaray

İstanbul birincilik müsabakalarının tarihçesine nazaran sekiz defa yani en çok şampiyon Galatasaray kulübü olmuştur.


(Cumhuriyet, 1926) 

14 Ağustos 2016 Pazar

Meddah Aşkî Efendi


Biraz sonra, kahvehanede örfî bir idare başlayacak, meddah efendi ne söylerse dinleyeceksiniz ve hatta .... güleceksiniz, çünkü bu onu dinlemekliğin icabatındandır. Etrafınızda halk elleri kalçalarında kahkahalardan kırılırken, dişsiz ihtiyarların sakalları oynadığı ve gözbebekleri kaybolduğu bir sırada, eğer hâlâ ... abus, düşünceli duracaksanız buradan çıkınız! Zira, şöhretini ve maharetini kalp ile tasdik ve lisan ile ikrar lazım gelen meşhur meddah efendi de sizi güldürememişse, darılmayınız ama, bu sizin anlayışsızlığınızdandır!

İşte ben de, bu gece, köşedeki beyaz saçlı, boynuna mendilini dolamış ve tıraşı uzamış laubali ihtiyarın söyleyeceği hikâyeyi dinlemek ve tuhaflıklarının hepsine - yanımdakilerden geri kalmamak için - gülmek mecburiyetindeyim.

Köşede, sandalyesinde biraz sonra söyleyeceği hikâyesine hazırlanan beyaz saçlı ihtiyar meşhur Meddah Aşkî Efendi'dir.

Aşkî Efendi beş evlat, yedi torun sahibi ve altmış dört yaşında olduğunu söylüyor. İlk defa tam 42 sene evvel Beşiktaş'ta İskele Gazinosu'nda (Süleymaniye Batakhanesi) ni hikâye etmiştir. Kendisi yakın zamana kadar Galata Kulesi'nde çavuştu.

Aşkî Efendi, Trabzon, İzmir, Selanik, Siroz, Drama, Bursa, Çanakkale, Eskişehir'e gitmiş ve Cezayir bahr-i sefidinin kaffesinde aylarca ikamet ederek ahalisine hoş fıkralar nakletmiştir.

Aşkî Efendi, (Sultan) Abdülhamid'in mefruşat müdür-i muavini Meddah Şükrü Efendi'den ders aldığını, hikâyelerine devam ettiğini anlatırken, o zamanın bütün meşhur meddahlarına, İsmet merhuma, Burunsuz Ahmet'e ve Acem Ali'ye dair hatıralarından da bahsediyor.

Aşkî Efendi 125 meddah payesi ile 500 monolog bilmektedir.

Orta oyunlarında senelerce Kel Hasan'la beraber çalışmış, Büyük Benliyan ve Fasulyeciyan ile beraber sahneye çıkmış olan Aşkî Efendi, son senelerde yine kırk iki yıl evvelki gibi meddah söylemektedir ve bundan çok memnundur, diyor ki:

- Sinemalar, tiyatrolar, pastahaneler velhasıl adım başında eğlence yerleri olduğu halde yine çok memnunum. Görüyorsunuz ya ne kadar kalabalık oluyor ve genç, ihtiyar herkes dinlemeye geliyor..

Mermer masaya vurulan kuvvetli iki üç değnek darbesi gürültüleri kesmeye ve sükutu takrire kâfi geldi. İskambiller masanın üzerine bırakıldı, tavlalar kapakları kapanırken son defa olarak takırdadılar. İskemlelerin cepheleri değiştirildi ve bütün gözler köşede, masasının üstüne bıraktığı çıkınların yanından ayrılmayan meddaha çevrildi, herkes can kulağıyla dinliyordu:

Sahn-ı perdaz gülzâr-ı belagat
Letaif-i kuy-i meydan-ı zarafet
Bu abd-i kemterin bî-bedâat
Eder geçmiş zamanlardan hikâyat
Garz-ı efsane arz etmek değildir
Çıkar bir kıssadan bin ders ibret..

Aşkî Efendi'nin her yere beraberinde götürdüğü kânûnî arkadaşı, meddahın bir işaretiyle sazının tellerine dokundu. Biraz sonra Aşkî Efendi de boğuk bir sesle çalınan besteye refakat ediverdi. Başlangıçtan anlaşılıverdi ki Aşkî Efendi bu gece operet kabilinden bir meddah piyesi söyleyecekti. Bu, demek ki, bir şarkılı ibret(!) olacaktı.

Meddah Efendi'nin kendi tabiriyle " İşitenlere ne mutlu!" olan fasıl hitama erdiği zaman ortalığı yine bir sükun kapladı.

Aşkî Efendi sırtından çıkardığı paltoyu katlayarak masanın üzerine bıraktı. Bu hareketle kahvehanede bir kahkaha seferberliği ilan edilmiş oldu. Gülmeye hazırlananları fazla bekletmek de insafsızlıktı. Destanını okudu.
. . .
Destanını taklitleriyle okuduktan sonra değneğini yere vurdu  ve:
- Hak dostum hak! diye hikâyesine girişti.
. . .
Davulla beraber biten hikâyenin mevzusunu yine Aşkî Efendi şöyle hülasa ediyor:
"Süleymaniye civarında tımarhane sokağında Cevher Hanım namında bir kadın Kastamonulu Veli Dayı ile Tevfik Bey'i işret alemine davetle tuzağa düşürür. Batakhanede bulunan cellatlar her ikisini de telef etmek üzere iken Veli Dayı bir cariye vasıtasıyla meseleyi anlar ve cellatları telef eder. Sonra iş hükûmete aksedince Veli Dayı mükâfat olarak memleketine sılacı gönderilir."

Şimdi siz bu hikâyeye gülmez misiniz? Gülmezseniz kırk iki senedir herkesi güldüren meddah efendiyi tanımıyorsunuz demektir! O halde ... saraydan tutunuz en ücra köy içlerinde bile şöhreti dillere destan olan meddah efendinin kendisini dinlemeyenler ve hele hikâyelerine gülmeyenler için söylediklerini henüz işitmemişsinizdir!

Size İbriktarbaşıların Zehra Hanım ile Gündoğdu Kalfa'nın nasıl ve neden basıldığını da anlatan olmadıysa, meddah efendinin maharetini kadim ve daimi müşterisi Mücevher Ağa'dan sorunuz! Mücevher Ağa, size ilk olarak Aşkî Efendi'yi dinleyen Cennetmekân Efendisi'nin o gece değişmeye mecbur olduğu çamaşır-ı şahanesindeki hali anlata anlata bitiremeyecektir!

(Cumhuriyet, 1925)

11 Ağustos 2016 Perşembe

Hilafetten Sonra İlk Hutbe Nasıl Okundu?

Dün Camilerde Hutbe Nasıl Okundu?


Dünkü Cuma hilafetin ilgasını müteakip gelen ilk cumadır. Bu münasebetle cuma namazında hutbelerde hiç isim zikredilmemiş, yalnız ümmet-i islâmiye ve Türk cumhuriyetinin saadet ve selameti için dualar okunmuştur. Esasen bu cihet daha evvelce evkaf müdüriyetinden İstanbul'daki bilumum hatiplere tebliğ edilerek cuma namazı hutbesinde millet ve cumhuriyetin refah ve saadeti namına dualar yapılması lüzumu bildirilmiş ve bu hususta hatiplerden imza dahi alınmıştır.

Bu yoldaki tenbihata riayet etmeyen hatipler hakkında takibat-ı kanuniyede bulunulacağı kendilerine ayrıca bildirilmiştir.

Ayasofya Cami-i Şerifi hatibi Hacı Hafız Mehmet Nazif Efendi hutbede Türkçe olarak, isim yerine, Türkiye Cumhuriyeti'nin tealisini zikretmiştir. Hatip efendi bunu müteakip, birkaç hadis-i şerif kıraat etmiş ve manalarını Türkçe olarak izah eylemiştir. Diğer camilerde de hatipler aynı suretle hareket etmişlerdir.

Dün cuma namazını kılan müslümanlar ehadis-i şerifenin Türkçe'ye tercümesinden daha ziyade memnun olmuşlardır.

Cuma namazlarında irad edilecek hutbelerin Türkçe olması, halkın anlaması sebebiyle şüphesiz daha muvafıktır. Mamafih İstanbul Müftülüğü bu hususu nazar-ı itibara alarak hutbelerin hiç olmazsa Türkçe'ye tercümesi için bazı teşebbüslerde bulunmak tasavvurundadır. İstanbul Müftüsü Mehmet Fehmi Efendi bu hususta diyor ki: 

" Hutbeden maksat onun ifade ettiği manayı cemaate anlatıp cemaati ona göre amele sevk etmektir. Hatta bazı Arap ulema-yı ahiri kitaplarında bile hutbenin Türk diyarında Türkçe olarak okunması lüzumunda müttefiktirler. Bunun için de teşkilini düşündüğüm bir komisyon marifetiyle bu ciheti tetkik ederek münasip hutbeler, mev'izalar vücuda getirmek tasavvurundayım. Mezkur komisyon Ramazan Bayramı'nı müteakip teşkil ve içtima edecektir. Komisyonun tertip edeceği mev'izalar hükûmetçe de tasvip edilecek olursa bunları bir risale şeklinde tab' ve vilayata tevzi' edeceğim. Hutbelerde okunan ayet-i kerime ve hadis-i şerifler tabiatıyla Türkçe'ye tercüme edileceklerdir. Çünkü hutbeden beklenilen gaye efkâr-ı diniyeyi halka anlatmaktır."

(8 Mart 1924, Cumartesi)

9 Ağustos 2016 Salı

Pazarola Hasan Bey'in Ölümü


Pazarola Hasan Bey'i kim tanımaz.. Hangi esnaf onun ismini işitmemiş, hangi dükkâncı onun hayır duasını almamıştır. Hangi mu'tekid tâcir "uğurdur!" diye onun resmini dükkânına asmamıştır?..

Hasan Bey, İstanbul'umuzun bu pek maruf şahsiyeti dün sabah gözlerini ilelebet kapamıştır. Bundan sonra artık hiçbir kimse onun sokaklardan geçtiğini görmeyecek, hiçbir esnaf artık ondan (Pazarola Esnafbaşı!) diye dua alamayacaktır. Çünkü bir zamanlar kocaman başında iki parmak abani sarıklı fesiyle, arkasında abası, elinde tespihiyle dolaşan Hasan Bey son nefesini çoktan vermiştir.

Dün bu haberi aldığımız zaman bir muharririmizi Hasan Bey'in taht-ı tedavide bulunduğu Gülhane Hastanesi'ne gönderdik. Arkadaşımızı büyük bir nezaketle karşılayan Doktor İhsan Rıfat Bey, Hasan Bey hakkında şu malumatı vermiştir:

Hasan Bey 45 yaşında idi. Babası elyevm 85 yaşında olan Abdullah Efendi'dir. Validesi, pederiyle 40 sene yaşadıktan sonra ölmüştür. Abdullah Efendi bilahare diğer bir hanımla evlendiği için bugün Hasan Bey'in - baba bir - üç erkek kardeşi vardır. Bunların biri eczacı binbaşısı, diğeri memur, üçüncüsü de yüzbaşıdır.

Hasan Bey doğduğu zaman normal bir çocuk imiş. Fakat iki buçuk aylık olunca hastalanmış ve başı tedricen büyümeye başlayarak (hidrosefalik) bir çocuk olmuştur.

Hasan Bey'in ölümünü intac eden hastalık iki sene evvel başlamıştır. Bir gün bir araba çarparak kendisini yere düşürmüş ve Hasan Bey bu yüzden hastalanarak Cerrahpaşa Hastanesi'nde tedavi edilmiştir. Fakat Hasan Bey'in artık eski neşesi ve keyfi kalmamıştır. Nitekim iki ay evvel bu hastalık nüksetmiş ve Hasan Bey göğsünden ızdırap çekmeye, günden güne kendisini kaybetmeye başlamıştır.

24 Mayıs'ta Gülhane'ye geldiği zaman Hasan Bey ifadeye gayr-ı muktedir bir halde bulunuyor ve yürüyemiyordu. Çünkü her iki ayağında da felç vardı. Hasan Bey yatırıldı ve son derece ehemmiyetle tedavi olundu. Hastalığı esnasında çorba, kahve ve sigarayı pek fazla içiyor ve bu üç şey verildikçe keyfi yerine geliyordu. Hatta son iki üç gün zarfında sıhhati çok iyi idi. Bunun için hemen  hemen her gelen ziyaretçi ile temas ettiriliyor, Hasan Bey de onlara: " Sen çok yaşa! İyi olunca seni tekkeye götüreceğim, sana dua edeceğim!" diye teşekkürler ediyordu. Fakat son gece birdenbire fenalaştı ve bu (dün) sabah on buçukta "tüberküloz kaşeksi"den öldü.

Hasan Bey'in cenazesinin ne zaman kaldırılacağı malum değildir. Eğer ailesi müsade ederse otopsi yapılacak ve dimağı açılacaktır. Mamafih bu dimağın 1750 gram kadar suyu ihtiva ettiği tahmin edilmektedir.

Hasan Bey'e rahmet dilerken, ailesiyle onun gaybubetinden müteessir olanlara beyan-ı taziyet eyleriz.


(1926) 

6 Ağustos 2016 Cumartesi

Bekir Ağa Bölüğü'nde Neler Gördüm? - 2 -

Haftada iki gün mevkufların aileleriyle temasına müsade edilmişti. Pazartesi ve perşembe günleri hariçten gelenler, merkez kumandanlığının müsadesini aldıkları takdirde mevkuflarla görüşebilirlerdi. Fakat bu müsade on beş dakikaya münhasırdı. Bu yüzden ne feci sahneler olurdu. Mülakat mahalli kapıdan girilince öne çıkan taşlıktı. Burada ancak beş on kişi görüşebilirdi. Halbuki içeride üç binden fazla mevkuf vardı. Ziyarete gelenler ekseriya kadınlar ve çocuklardı. Bunların kapıda yaptıkları sahneler çok müthişti. Sırası geldikçe bunlardan bazılarını naklettiğim zaman, kârîler bu sahneleri daha yakından göreceklerdir.


Her gün divan-ı harpler toplanıyor. Yüzlerce kişiyi muhakeme ediyorlardı. Muhakeme neticesinde idama mahkum olanlar koğuştan çıkartılıp bahçedeki inşaat koğuşuna indirilirdi. Buraya inen mevkuf cezasını bilir ve korkmaya başlardı.

Bekir Ağa Bölüğü'ne geldiğimin ikinci günü idi. Abdülhamid'in serhafiyesi Kabasakal Mehmed Paşa'yı bir araba ile getirdiler. Senelerce dediği dedik, emri emir olan bu adam, jandarmalar arasından Bekir Ağa Bölüğü'ne giderken bile saraya giden bir nâzır gibi kemâl-i azimetle yürüyor, etrafa yukarıdan dürbünle bakar gibi bakıyordu.

Paşa'yı kapıda biz karşıladık. İçeriye girer girmez bütün mevkuflar pürtecessüs gözlerini Hamid devrinin bu müheykel mümessiline atfettiler. Koğuşa girer girmez etrafına bir bakındı. Getirildiği yeri pek benimsememiş, beğenmemişti. Muhteşem kalın halılarla örtülmüş müzeyyen odalarda yaşamaya alışmış olan bu serhafiye, çıplak ve her türlü ve her sınıftan insanla dolu bu koğuşta biraz şaşırdı, etrafına hayretle bakındı. Sonra kendini topladı ve selam verdi. Huzuruna çıkmak bile mümkün olmayan serhafiyeye etraftan mukabele ettiler. Bazıları daha ileri gittiler:

- Vay Paşa Hazretleri, görüşmek nihayet burada mukadder imiş, dediler. Koğuş o kadar kalabalıktı ki burada paşaya bir yer bulmak mümkün olmadı. Kendisini aldık. Dış kapının sağ tarafında bulunan odaya götürdük. Burada Bediüzzaman Şeyh Said-i Kürdi yatıyordu. Şeyh Said, paşayı memnuniyetle karşıladı. Paşa azimetle içeri girdi. Hâlâ azimetli tavrını bırakmış değildi. Bizlere uşakları nazarıyla bakıyor gibiydi. Fakat sonra yavaş yavaş hakikatle karşı karşıya kaldıkça kendini büyük gören bu istibdat heykeli küçüldü. İnceldi. Vaziyeti anladı ve bir köşeye sindi.

Ben onu senelerce devletin büyük işlerine karışmış, umur görmüş, incelmiş yüksek bir adam zannederdim. Ona mevkisiyle mütenasip hürmette kusur etmiyordum. Halbuki bu debdebe ve haşmetin altında gizli olan kaba ve iğrenç Kabasakal meydana çıkmakta gecikmedi. Hâlâ Türkçe öğrenmemişti. Kaba bir Çerkes şivesiyle konuşuyor, etrafına emir vermeğe çalışıyordu. Bediüzzaman Şeyh Said, onu teselli etmek istedi:

- Müteessir olmayınız paşam, bu da geçer, dedi. Paşa kesik ve boğuk bir sesle cevap verdi:

- Evet öyle, insanın başından her şey gelir geçer. Fakat bunu söylerken başından ip geçeceğini hiç aklına bile getirmemişti.

Kabasakal ilk gecesini sakin ve sessiz geçirdi. Fakat aradan yirmi dört saat geçip de vaziyette bir değişiklik görmeyince sinirlenmeye, asabi buhranlar geçirmeye başladı. Elinde bir tespih mütemadiyen bir aşağı bir yukarı geziyor, konuşmuyor, Şeyh Said'in sözlerine baştan savma cevaplar veriyordu. Belli ki vaziyetin vahametini hissetmeye başlamıştı. İkinci günün akşamı bayıldı. İçeri koştuk, kendisini ayıltıncaya kadar hayli zahmet çektik.


O günden itibaren artık daha kendine gelmedi. Yatağının üstüne oturuyor, elindeki tespihi çekerek kendi kendine bir şeyler söyleniyordu. Şeyh Said her gün zeytin ekmek yerdi. Paşa böyle bir yerde yaşamaya alışmadığı için ne gelirken yemek getirmiş ne de burada yemek getirtmeyi düşünmeye vakit bulmuştu. Fakat Kabasakal geldikten sonra Şeyh Said'in zeytin sarfiyatı birdenbire kabarmıştı. Günde yüz dirhem zeytinle iktifa eden şeyhe şimdi günde bir okka yetişmiyordu. Nihayet bu zeytinini verirken sormaktan kendimi alamadım:

- Şeyh Efendi, ne çok zeytin yiyorsunuz!? dedim. Derdini dökecek bir adam arıyormuş gibi:

- Sorma, dedi. Benim yediğim yok. Ben ancak üç dört tane yiyorum, mütebakisini bu adamcağız yiyor.

Hayret ettim. Buraya gelinceye kadar bu adam acaba zeytin nedir görmüş müydü? Belki rakı masasında parmak gibi büyük zeytinleri meze olarak kullanmıştı. Fakat böyle zeytin ekmekle yaşamayı aklına getirmiş miydi? O vakit hatırladım. 319 senesinde 313 kur'asının terhisi esnasında, terhis edilen efradı görmek üzere Haydarpaşa'ya gitmiş, vagonları birer birer gezmişti. Neferlere nezaret eden bir yüzbaşıyı peynirli pide yerken görmüş ve elinden pideyi alarak yere atmış ve bağırmıştı:

- Böyle şey de yenir mi? Be herif, sende mide denilen şey yok mu? Milletin halinden bu derece bî-haber olan bu mütekebbir paşa, şimdi zeytin ekmeğe merhaba demeye mecbur olmuştu.

Kabasakal'ın muhakemesi süratle icra edildi. Divan-ı harbe bir defa sevk edildi ve daha birinci celsede idam kararı verildi. İdam kararı o vakit mahkumlara tebliğ edilmezdi. İdama mahkum olanlar gece yarısı koğuşlarından alınır, bahçedeki inşaat koğuşuna götürülür, ertesi sabah erkenden idam edilirdi. Halbuki divan-ı harb Kabasakal hakkında verdiği idam hükmünü kendisine bizzat tebliğ etti.

Divan-ı harbden çıktığı zaman rengi atmış, ayakları gevşemiş, yürüyüşünü şaşırmıştı. Kendisini aldık. Doğru inşaat koğuşuna götürdük. Gece yarısı paşayı idama götürecektik. Gecenin kalın zulmeti kalkmış, etrafı hafif ve donuk bir aydınlık kaplamıştı. İstanbul derin uykuya dalmıştı. Benim için bu idam vakası da yeni bir tecrübe olacaktı. İnsan asmak, adam öldürmek kolay bir şey değildi. Fakat vazifelerimden biri de bu idi. Hayatımda yaptığım işlerin belki de en fecisi bu idi. İlk gece birkaç kişiyi asmıştık. Onların bende yaptığı tesir o kadar feci idi ki yirmi dört saat kendime gelemedimdi. Ertesi gün idam işlerinden affedilmekliğimi rica ettiğim halde kabul edilmemişti, ikinci olarak da paşanın idamında bulunacaktım.

Elimizde beyaz gömlek, kelepçeler olduğu halde inşaat koğuşuna gittik. Paşa başı iki elleri arasında düşünüyordu. Bütün gece bu halde kalmış, uyumamış, hatta yatmaya bile lüzum görmemişti. Bizi görünce karşısında Azrail'i görmüş gibi yerinden sıçradı. Biraz sendeledi. Az daha düşecekti. Yanımdaki neferlerden biri koluna girdi. Paşa bir neferlere, bir bana baktı:

- Ne o evladım, diyebildi.. Beni de mi idam edeceksiniz?

Bunu söylerken sesi titriyor, ayakları ispazmuza tutulmuş gibi sallanıyordu. Ölümü hiç düşünmemiş, Azrail'i aklına bile getirmemişti. Sehpada ölmek onun aklına gelebilir miydi?
Paşa, bizim aldırmayıp kollarına kelepçeyi geçirmeye başladığımızı görünce:

- Bu saatte mi? dedi. Yarını bekleyiniz gün olsun.

Can ne kadar tatlı şeydir. Öleceğini biliyordu. Fakat birkaç dakika olsun kazanmak istiyordu. Teselli etmeye mecbur oldum:

- Korkmayınız, Paşam, dedim. Sizi zabitân koğuşuna götürüyoruz, sehpaya değil. Filhakika zabitân koğuşuna götürüyorduk. Fakat idama hazırlamak için. Zabitân koğuşuna girer girmez paşa işi anladı. Tazallüme başladı.