6 Ağustos 2016 Cumartesi

Bekir Ağa Bölüğü'nde Neler Gördüm? - 2 -

Haftada iki gün mevkufların aileleriyle temasına müsade edilmişti. Pazartesi ve perşembe günleri hariçten gelenler, merkez kumandanlığının müsadesini aldıkları takdirde mevkuflarla görüşebilirlerdi. Fakat bu müsade on beş dakikaya münhasırdı. Bu yüzden ne feci sahneler olurdu. Mülakat mahalli kapıdan girilince öne çıkan taşlıktı. Burada ancak beş on kişi görüşebilirdi. Halbuki içeride üç binden fazla mevkuf vardı. Ziyarete gelenler ekseriya kadınlar ve çocuklardı. Bunların kapıda yaptıkları sahneler çok müthişti. Sırası geldikçe bunlardan bazılarını naklettiğim zaman, kârîler bu sahneleri daha yakından göreceklerdir.


Her gün divan-ı harpler toplanıyor. Yüzlerce kişiyi muhakeme ediyorlardı. Muhakeme neticesinde idama mahkum olanlar koğuştan çıkartılıp bahçedeki inşaat koğuşuna indirilirdi. Buraya inen mevkuf cezasını bilir ve korkmaya başlardı.

Bekir Ağa Bölüğü'ne geldiğimin ikinci günü idi. Abdülhamid'in serhafiyesi Kabasakal Mehmed Paşa'yı bir araba ile getirdiler. Senelerce dediği dedik, emri emir olan bu adam, jandarmalar arasından Bekir Ağa Bölüğü'ne giderken bile saraya giden bir nâzır gibi kemâl-i azimetle yürüyor, etrafa yukarıdan dürbünle bakar gibi bakıyordu.

Paşa'yı kapıda biz karşıladık. İçeriye girer girmez bütün mevkuflar pürtecessüs gözlerini Hamid devrinin bu müheykel mümessiline atfettiler. Koğuşa girer girmez etrafına bir bakındı. Getirildiği yeri pek benimsememiş, beğenmemişti. Muhteşem kalın halılarla örtülmüş müzeyyen odalarda yaşamaya alışmış olan bu serhafiye, çıplak ve her türlü ve her sınıftan insanla dolu bu koğuşta biraz şaşırdı, etrafına hayretle bakındı. Sonra kendini topladı ve selam verdi. Huzuruna çıkmak bile mümkün olmayan serhafiyeye etraftan mukabele ettiler. Bazıları daha ileri gittiler:

- Vay Paşa Hazretleri, görüşmek nihayet burada mukadder imiş, dediler. Koğuş o kadar kalabalıktı ki burada paşaya bir yer bulmak mümkün olmadı. Kendisini aldık. Dış kapının sağ tarafında bulunan odaya götürdük. Burada Bediüzzaman Şeyh Said-i Kürdi yatıyordu. Şeyh Said, paşayı memnuniyetle karşıladı. Paşa azimetle içeri girdi. Hâlâ azimetli tavrını bırakmış değildi. Bizlere uşakları nazarıyla bakıyor gibiydi. Fakat sonra yavaş yavaş hakikatle karşı karşıya kaldıkça kendini büyük gören bu istibdat heykeli küçüldü. İnceldi. Vaziyeti anladı ve bir köşeye sindi.

Ben onu senelerce devletin büyük işlerine karışmış, umur görmüş, incelmiş yüksek bir adam zannederdim. Ona mevkisiyle mütenasip hürmette kusur etmiyordum. Halbuki bu debdebe ve haşmetin altında gizli olan kaba ve iğrenç Kabasakal meydana çıkmakta gecikmedi. Hâlâ Türkçe öğrenmemişti. Kaba bir Çerkes şivesiyle konuşuyor, etrafına emir vermeğe çalışıyordu. Bediüzzaman Şeyh Said, onu teselli etmek istedi:

- Müteessir olmayınız paşam, bu da geçer, dedi. Paşa kesik ve boğuk bir sesle cevap verdi:

- Evet öyle, insanın başından her şey gelir geçer. Fakat bunu söylerken başından ip geçeceğini hiç aklına bile getirmemişti.

Kabasakal ilk gecesini sakin ve sessiz geçirdi. Fakat aradan yirmi dört saat geçip de vaziyette bir değişiklik görmeyince sinirlenmeye, asabi buhranlar geçirmeye başladı. Elinde bir tespih mütemadiyen bir aşağı bir yukarı geziyor, konuşmuyor, Şeyh Said'in sözlerine baştan savma cevaplar veriyordu. Belli ki vaziyetin vahametini hissetmeye başlamıştı. İkinci günün akşamı bayıldı. İçeri koştuk, kendisini ayıltıncaya kadar hayli zahmet çektik.


O günden itibaren artık daha kendine gelmedi. Yatağının üstüne oturuyor, elindeki tespihi çekerek kendi kendine bir şeyler söyleniyordu. Şeyh Said her gün zeytin ekmek yerdi. Paşa böyle bir yerde yaşamaya alışmadığı için ne gelirken yemek getirmiş ne de burada yemek getirtmeyi düşünmeye vakit bulmuştu. Fakat Kabasakal geldikten sonra Şeyh Said'in zeytin sarfiyatı birdenbire kabarmıştı. Günde yüz dirhem zeytinle iktifa eden şeyhe şimdi günde bir okka yetişmiyordu. Nihayet bu zeytinini verirken sormaktan kendimi alamadım:

- Şeyh Efendi, ne çok zeytin yiyorsunuz!? dedim. Derdini dökecek bir adam arıyormuş gibi:

- Sorma, dedi. Benim yediğim yok. Ben ancak üç dört tane yiyorum, mütebakisini bu adamcağız yiyor.

Hayret ettim. Buraya gelinceye kadar bu adam acaba zeytin nedir görmüş müydü? Belki rakı masasında parmak gibi büyük zeytinleri meze olarak kullanmıştı. Fakat böyle zeytin ekmekle yaşamayı aklına getirmiş miydi? O vakit hatırladım. 319 senesinde 313 kur'asının terhisi esnasında, terhis edilen efradı görmek üzere Haydarpaşa'ya gitmiş, vagonları birer birer gezmişti. Neferlere nezaret eden bir yüzbaşıyı peynirli pide yerken görmüş ve elinden pideyi alarak yere atmış ve bağırmıştı:

- Böyle şey de yenir mi? Be herif, sende mide denilen şey yok mu? Milletin halinden bu derece bî-haber olan bu mütekebbir paşa, şimdi zeytin ekmeğe merhaba demeye mecbur olmuştu.

Kabasakal'ın muhakemesi süratle icra edildi. Divan-ı harbe bir defa sevk edildi ve daha birinci celsede idam kararı verildi. İdam kararı o vakit mahkumlara tebliğ edilmezdi. İdama mahkum olanlar gece yarısı koğuşlarından alınır, bahçedeki inşaat koğuşuna götürülür, ertesi sabah erkenden idam edilirdi. Halbuki divan-ı harb Kabasakal hakkında verdiği idam hükmünü kendisine bizzat tebliğ etti.

Divan-ı harbden çıktığı zaman rengi atmış, ayakları gevşemiş, yürüyüşünü şaşırmıştı. Kendisini aldık. Doğru inşaat koğuşuna götürdük. Gece yarısı paşayı idama götürecektik. Gecenin kalın zulmeti kalkmış, etrafı hafif ve donuk bir aydınlık kaplamıştı. İstanbul derin uykuya dalmıştı. Benim için bu idam vakası da yeni bir tecrübe olacaktı. İnsan asmak, adam öldürmek kolay bir şey değildi. Fakat vazifelerimden biri de bu idi. Hayatımda yaptığım işlerin belki de en fecisi bu idi. İlk gece birkaç kişiyi asmıştık. Onların bende yaptığı tesir o kadar feci idi ki yirmi dört saat kendime gelemedimdi. Ertesi gün idam işlerinden affedilmekliğimi rica ettiğim halde kabul edilmemişti, ikinci olarak da paşanın idamında bulunacaktım.

Elimizde beyaz gömlek, kelepçeler olduğu halde inşaat koğuşuna gittik. Paşa başı iki elleri arasında düşünüyordu. Bütün gece bu halde kalmış, uyumamış, hatta yatmaya bile lüzum görmemişti. Bizi görünce karşısında Azrail'i görmüş gibi yerinden sıçradı. Biraz sendeledi. Az daha düşecekti. Yanımdaki neferlerden biri koluna girdi. Paşa bir neferlere, bir bana baktı:

- Ne o evladım, diyebildi.. Beni de mi idam edeceksiniz?

Bunu söylerken sesi titriyor, ayakları ispazmuza tutulmuş gibi sallanıyordu. Ölümü hiç düşünmemiş, Azrail'i aklına bile getirmemişti. Sehpada ölmek onun aklına gelebilir miydi?
Paşa, bizim aldırmayıp kollarına kelepçeyi geçirmeye başladığımızı görünce:

- Bu saatte mi? dedi. Yarını bekleyiniz gün olsun.

Can ne kadar tatlı şeydir. Öleceğini biliyordu. Fakat birkaç dakika olsun kazanmak istiyordu. Teselli etmeye mecbur oldum:

- Korkmayınız, Paşam, dedim. Sizi zabitân koğuşuna götürüyoruz, sehpaya değil. Filhakika zabitân koğuşuna götürüyorduk. Fakat idama hazırlamak için. Zabitân koğuşuna girer girmez paşa işi anladı. Tazallüme başladı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder