Haftada iki gün mevkufların aileleriyle temasına müsade
edilmişti. Pazartesi ve perşembe günleri hariçten gelenler, merkez
kumandanlığının müsadesini aldıkları takdirde mevkuflarla görüşebilirlerdi.
Fakat bu müsade on beş dakikaya münhasırdı. Bu yüzden ne feci sahneler olurdu.
Mülakat mahalli kapıdan girilince öne çıkan taşlıktı. Burada ancak beş on kişi
görüşebilirdi. Halbuki içeride üç binden fazla mevkuf vardı. Ziyarete gelenler
ekseriya kadınlar ve çocuklardı. Bunların kapıda yaptıkları sahneler çok
müthişti. Sırası geldikçe bunlardan bazılarını naklettiğim zaman, kârîler bu
sahneleri daha yakından göreceklerdir.
Her gün divan-ı harpler toplanıyor. Yüzlerce kişiyi muhakeme
ediyorlardı. Muhakeme neticesinde idama mahkum olanlar koğuştan çıkartılıp
bahçedeki inşaat koğuşuna indirilirdi. Buraya inen mevkuf cezasını bilir ve
korkmaya başlardı.
Bekir Ağa Bölüğü'ne geldiğimin ikinci günü idi.
Abdülhamid'in serhafiyesi Kabasakal Mehmed Paşa'yı bir araba ile getirdiler.
Senelerce dediği dedik, emri emir olan bu adam, jandarmalar arasından Bekir Ağa
Bölüğü'ne giderken bile saraya giden bir nâzır gibi kemâl-i azimetle yürüyor,
etrafa yukarıdan dürbünle bakar gibi bakıyordu.
Paşa'yı kapıda biz karşıladık. İçeriye girer girmez bütün
mevkuflar pürtecessüs gözlerini Hamid devrinin bu müheykel mümessiline
atfettiler. Koğuşa girer girmez etrafına bir bakındı. Getirildiği yeri pek
benimsememiş, beğenmemişti. Muhteşem kalın halılarla örtülmüş müzeyyen odalarda
yaşamaya alışmış olan bu serhafiye, çıplak ve her türlü ve her sınıftan insanla
dolu bu koğuşta biraz şaşırdı, etrafına hayretle bakındı. Sonra kendini topladı
ve selam verdi. Huzuruna çıkmak bile mümkün olmayan serhafiyeye etraftan
mukabele ettiler. Bazıları daha ileri gittiler:
- Vay Paşa Hazretleri, görüşmek nihayet burada mukadder
imiş, dediler. Koğuş o kadar kalabalıktı ki burada paşaya bir yer bulmak mümkün
olmadı. Kendisini aldık. Dış kapının sağ tarafında bulunan odaya götürdük.
Burada Bediüzzaman Şeyh Said-i Kürdi yatıyordu. Şeyh Said, paşayı memnuniyetle
karşıladı. Paşa azimetle içeri girdi. Hâlâ azimetli tavrını bırakmış değildi.
Bizlere uşakları nazarıyla bakıyor gibiydi. Fakat sonra yavaş yavaş hakikatle
karşı karşıya kaldıkça kendini büyük gören bu istibdat heykeli küçüldü.
İnceldi. Vaziyeti anladı ve bir köşeye sindi.
Ben onu senelerce devletin büyük işlerine karışmış, umur
görmüş, incelmiş yüksek bir adam zannederdim. Ona mevkisiyle mütenasip hürmette
kusur etmiyordum. Halbuki bu debdebe ve haşmetin altında gizli olan kaba ve
iğrenç Kabasakal meydana çıkmakta gecikmedi. Hâlâ Türkçe öğrenmemişti. Kaba bir
Çerkes şivesiyle konuşuyor, etrafına emir vermeğe çalışıyordu. Bediüzzaman Şeyh
Said, onu teselli etmek istedi:
- Müteessir olmayınız paşam, bu da geçer, dedi. Paşa kesik
ve boğuk bir sesle cevap verdi:
- Evet öyle, insanın başından her şey gelir geçer. Fakat
bunu söylerken başından ip geçeceğini hiç aklına bile getirmemişti.
Kabasakal ilk gecesini sakin ve sessiz geçirdi. Fakat aradan
yirmi dört saat geçip de vaziyette bir değişiklik görmeyince sinirlenmeye,
asabi buhranlar geçirmeye başladı. Elinde bir tespih mütemadiyen bir aşağı bir
yukarı geziyor, konuşmuyor, Şeyh Said'in sözlerine baştan savma cevaplar veriyordu.
Belli ki vaziyetin vahametini hissetmeye başlamıştı. İkinci günün akşamı
bayıldı. İçeri koştuk, kendisini ayıltıncaya kadar hayli zahmet çektik.
O günden itibaren artık daha kendine gelmedi. Yatağının
üstüne oturuyor, elindeki tespihi çekerek kendi kendine bir şeyler
söyleniyordu. Şeyh Said her gün zeytin ekmek yerdi. Paşa böyle bir yerde
yaşamaya alışmadığı için ne gelirken yemek getirmiş ne de burada yemek
getirtmeyi düşünmeye vakit bulmuştu. Fakat Kabasakal geldikten sonra Şeyh
Said'in zeytin sarfiyatı birdenbire kabarmıştı. Günde yüz dirhem zeytinle
iktifa eden şeyhe şimdi günde bir okka yetişmiyordu. Nihayet bu zeytinini
verirken sormaktan kendimi alamadım:
- Şeyh Efendi, ne çok zeytin yiyorsunuz!? dedim. Derdini
dökecek bir adam arıyormuş gibi:
- Sorma, dedi. Benim yediğim yok. Ben ancak üç dört tane
yiyorum, mütebakisini bu adamcağız yiyor.
Hayret ettim. Buraya gelinceye kadar bu adam acaba zeytin
nedir görmüş müydü? Belki rakı masasında parmak gibi büyük zeytinleri meze
olarak kullanmıştı. Fakat böyle zeytin ekmekle yaşamayı aklına getirmiş miydi?
O vakit hatırladım. 319 senesinde 313 kur'asının terhisi esnasında, terhis
edilen efradı görmek üzere Haydarpaşa'ya gitmiş, vagonları birer birer
gezmişti. Neferlere nezaret eden bir yüzbaşıyı peynirli pide yerken görmüş ve
elinden pideyi alarak yere atmış ve bağırmıştı:
- Böyle şey de yenir mi? Be herif, sende mide denilen şey
yok mu? Milletin halinden bu derece bî-haber olan bu mütekebbir paşa, şimdi
zeytin ekmeğe merhaba demeye mecbur olmuştu.
Kabasakal'ın muhakemesi süratle icra edildi. Divan-ı harbe bir
defa sevk edildi ve daha birinci celsede idam kararı verildi. İdam kararı o
vakit mahkumlara tebliğ edilmezdi. İdama mahkum olanlar gece yarısı
koğuşlarından alınır, bahçedeki inşaat koğuşuna götürülür, ertesi sabah
erkenden idam edilirdi. Halbuki divan-ı harb Kabasakal hakkında verdiği idam
hükmünü kendisine bizzat tebliğ etti.
Divan-ı harbden çıktığı zaman rengi atmış, ayakları
gevşemiş, yürüyüşünü şaşırmıştı. Kendisini aldık. Doğru inşaat koğuşuna
götürdük. Gece yarısı paşayı idama götürecektik. Gecenin kalın zulmeti kalkmış,
etrafı hafif ve donuk bir aydınlık kaplamıştı. İstanbul derin uykuya dalmıştı.
Benim için bu idam vakası da yeni bir tecrübe olacaktı. İnsan asmak, adam
öldürmek kolay bir şey değildi. Fakat vazifelerimden biri de bu idi. Hayatımda
yaptığım işlerin belki de en fecisi bu idi. İlk gece birkaç kişiyi asmıştık.
Onların bende yaptığı tesir o kadar feci idi ki yirmi dört saat kendime
gelemedimdi. Ertesi gün idam işlerinden affedilmekliğimi rica ettiğim halde
kabul edilmemişti, ikinci olarak da paşanın idamında bulunacaktım.
Elimizde beyaz gömlek, kelepçeler olduğu halde inşaat
koğuşuna gittik. Paşa başı iki elleri arasında düşünüyordu. Bütün gece bu halde
kalmış, uyumamış, hatta yatmaya bile lüzum görmemişti. Bizi görünce karşısında
Azrail'i görmüş gibi yerinden sıçradı. Biraz sendeledi. Az daha düşecekti.
Yanımdaki neferlerden biri koluna girdi. Paşa bir neferlere, bir bana baktı:
- Ne o evladım, diyebildi.. Beni de mi idam edeceksiniz?
Bunu söylerken sesi titriyor, ayakları ispazmuza tutulmuş
gibi sallanıyordu. Ölümü hiç düşünmemiş, Azrail'i aklına bile getirmemişti.
Sehpada ölmek onun aklına gelebilir miydi?
Paşa, bizim aldırmayıp kollarına kelepçeyi geçirmeye
başladığımızı görünce:
- Bu saatte mi? dedi. Yarını bekleyiniz gün olsun.
Can ne kadar tatlı şeydir. Öleceğini biliyordu. Fakat birkaç
dakika olsun kazanmak istiyordu. Teselli etmeye mecbur oldum:
- Korkmayınız, Paşam, dedim. Sizi zabitân koğuşuna
götürüyoruz, sehpaya değil. Filhakika zabitân koğuşuna götürüyorduk. Fakat
idama hazırlamak için. Zabitân koğuşuna girer girmez paşa işi anladı. Tazallüme
başladı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder