6 Aralık 2016 Salı

Neşve Mecmuası Aralık 2016


Neşve Mecmuası Aralık sayısıyla karşınızdayız. İlgili bağlantıyı tıklayarak 3.sayımıza ulaşabilir, dilerseniz indirebilirsiniz. Keyifli okumalar..

İndirmek için lütfen tıklayınız:

28 Ekim 2016 Cuma

Neşve Mecmuası Kasım 2016


Neşve Mecmuası Kasım sayısıyla karşınızdayız. İlgili bağlantıyı tıklayarak 2.sayımıza ulaşabilir, dilerseniz indirebilirsiniz. Keyifli okumalar..

İndirmek için lütfen tıklayınız:

26 Eylül 2016 Pazartesi

Neşve Mecmuası


Efendim, yıllardır takip ettiğiniz gibi blogumuzda paylaşımlarda bulunuyoruz. Aklımda epey zamandır kurduğum bir hayali gerçekleştirme bâbında ilk adımı attım ve kendi çapımda bir dergi hazırladım. Aylık olarak çıkarmayı düşündüğüm "Neşve Mecmuası"nı blog sitemizden indirerek okuyabilirsiniz. Gönül isterdi ki matbaada basılmış haliyle elimize alıp okuyabilelim ama şartlar gereğince şimdilik sosyal medya aracılığıyla pdf halinde okuyabileceğiz. Ha, dileyen tabiki çıktı halinde de alıp okuyabilir. Umarım dergimiz beğenilir ve devamı gelir. Fikirlerinizi yorum kısmına yazarak yönlendirme yapabilirsiniz. Keyifli okumalar ;)

İndirmek için aşağıdaki bağlantıya tıklayın:
Neşve Mecmuası Ekim 2016

30 Ağustos 2016 Salı

30 Ağustos Zafer ve Tayyare Bayramı

1926 yılı gazete ve mecmualarından 30 Ağustos Zafer ve Tayyare Bayramı..
30 Ağustos Zafer Bayramı Kutlu Olsun..






16 Ağustos 2016 Salı

Galatasaray ve Fenerbahçe Arasındaki Şilt İhtilafı

İstanbul Futbol Şampiyonluğu'nun Bir Tarihçesi

1324 Senesinden Beri "Galatasaray" 8 Defa Şampiyon Olmuştur. "Fenerbahçe" İle "Galatasaray" Arasındaki Şilt İhtilafı..


1925-1926 senesi futbol şampiyonluğunu Galatasaray'ın kazanması üzerine İstanbul Şampiyonluğu'nun tarihçesine şöyle bir nazar atfını münasip gördük.

İstanbul Şampiyonluğu, bidayette Moda ve Kadıköy gibi Rum ve İngiliz kulüpleri arasında cereyan ederdi. Sonra Türkiye'nin ilk futbol kulübü olan Galatasaray teşkil etti. O zaman Moda'daki İngiliz agniyasından Vebtollar (?) tarafından on senelik bir şilt vaz' edilmişti. Bu şilte levha-i iftihar ünvanını verebiliriz. Birlik müsabakalarında şampiyon olan takımın ismi bu levha-i iftiharın üzerindeki mahall-i mahsusa senesi ile beraber kaydedilirdi. 

Galatasaray kuvvetlenmeden evvel Moda ve Kadıköy kulüplerinin galiba üç defa isimleri bu levha-i iftihara geçmişti. Galatasaray ilk defa 324-325 (1908-1909) senesinde şampiyon oldu. Şu halde Türk kulüpleri için İstanbul Şampiyonluğu 324-325 senesinde başlar. O tarihten itibaren şampiyonluk atideki kulüplerimize nasip olmuştur:

(1908-1909 Şampiyonu Galatasaray)

324-325 te Galatasaray

325-326 da Galatasaray

326-327 de Galatasaray

327-328 de Galatasaray takımı sonbaharda Macaristan'a gitmiş ve avdetinde şampiyonluk müsabakalarına girememiştir. Esasen o sene birincilik müsabakaları da intaç edilememiştir.

328-329 da Fenerbahçe
Fakat bu seneki müsabakalarda Galatasaray birincilik müsabakalarına dahil edilmemiştir.

329-330 da Fenerbahçe

330-331 de Galatasaray
Bu seneye kadar müsabakalar hep pazar günü yapılırdı. Sonra Türk takımları çoğaldığından ve bir de Cuma Birliği teşkil ettiğinden takımlar Pazar Birliği ve Cuma Birliği namıyla iki zümreye ayrılmışlardır. Galatasaray Cuma Birliği'ne dahil olmuştur. Fenerbahçe o sene zayıf olduğundan Cuma Birliği'ne girememiş ve ikinci derecede kulüplerden başka bir birlik teşkil ederek bu birlikte şampiyon olmuştur. Cuma Birliği'nde ise Galatasaray birinci olmuştur. Fakat levha-i iftihar Fenerbahçe kulübünde olduğu için ismini o senenin şampiyonu olarak yine levhaya hakk ettirmiştir.

(1911-1912 Şampiyonu Fenerbahçe)

331-332 de Galatasaray
Bu sene şampiyon Galatasaray olduğu halde Fenerbahçe yine levha-i iftihara ismini hakk ettirmiştir. Bu suretle levha-i iftiharda ismi en çok mahkuk olan kulüp Fenerbahçe olduğu cihetle şildin sahibi olmuştur. Galatasaray buna itiraz etmiş, fakat o zaman federasyon gibi spor işleriyle meşgul bir makam olmadığı cihetle Fenerbahçe levha-i iftiharı vermemiştir.

Şilt meselesi ileride teşkil edecek federasyonca halledilmek üzere, öylece emrivaki şeklinde bırakılmıştır.

332-333 te Altınordu

333-334 te Altınordu

334-335 te Altınordu

335-336 da Altınordu
Bu iki mütareke senesi zarfında şampiyonluk müsabakaları yapılamamıştır.

336-337 de Fenerbahçe

337-338 de Galatasaray

338-339 da . . .
Bu sene şampiyonluk müsabakaları itmam edilemeyerek yarıda kalmıştır.

339-340 ta Beşiktaş

340-341 de Galatasaray

341-342 de Galatasaray

İstanbul birincilik müsabakalarının tarihçesine nazaran sekiz defa yani en çok şampiyon Galatasaray kulübü olmuştur.


(Cumhuriyet, 1926) 

14 Ağustos 2016 Pazar

Meddah Aşkî Efendi


Biraz sonra, kahvehanede örfî bir idare başlayacak, meddah efendi ne söylerse dinleyeceksiniz ve hatta .... güleceksiniz, çünkü bu onu dinlemekliğin icabatındandır. Etrafınızda halk elleri kalçalarında kahkahalardan kırılırken, dişsiz ihtiyarların sakalları oynadığı ve gözbebekleri kaybolduğu bir sırada, eğer hâlâ ... abus, düşünceli duracaksanız buradan çıkınız! Zira, şöhretini ve maharetini kalp ile tasdik ve lisan ile ikrar lazım gelen meşhur meddah efendi de sizi güldürememişse, darılmayınız ama, bu sizin anlayışsızlığınızdandır!

İşte ben de, bu gece, köşedeki beyaz saçlı, boynuna mendilini dolamış ve tıraşı uzamış laubali ihtiyarın söyleyeceği hikâyeyi dinlemek ve tuhaflıklarının hepsine - yanımdakilerden geri kalmamak için - gülmek mecburiyetindeyim.

Köşede, sandalyesinde biraz sonra söyleyeceği hikâyesine hazırlanan beyaz saçlı ihtiyar meşhur Meddah Aşkî Efendi'dir.

Aşkî Efendi beş evlat, yedi torun sahibi ve altmış dört yaşında olduğunu söylüyor. İlk defa tam 42 sene evvel Beşiktaş'ta İskele Gazinosu'nda (Süleymaniye Batakhanesi) ni hikâye etmiştir. Kendisi yakın zamana kadar Galata Kulesi'nde çavuştu.

Aşkî Efendi, Trabzon, İzmir, Selanik, Siroz, Drama, Bursa, Çanakkale, Eskişehir'e gitmiş ve Cezayir bahr-i sefidinin kaffesinde aylarca ikamet ederek ahalisine hoş fıkralar nakletmiştir.

Aşkî Efendi, (Sultan) Abdülhamid'in mefruşat müdür-i muavini Meddah Şükrü Efendi'den ders aldığını, hikâyelerine devam ettiğini anlatırken, o zamanın bütün meşhur meddahlarına, İsmet merhuma, Burunsuz Ahmet'e ve Acem Ali'ye dair hatıralarından da bahsediyor.

Aşkî Efendi 125 meddah payesi ile 500 monolog bilmektedir.

Orta oyunlarında senelerce Kel Hasan'la beraber çalışmış, Büyük Benliyan ve Fasulyeciyan ile beraber sahneye çıkmış olan Aşkî Efendi, son senelerde yine kırk iki yıl evvelki gibi meddah söylemektedir ve bundan çok memnundur, diyor ki:

- Sinemalar, tiyatrolar, pastahaneler velhasıl adım başında eğlence yerleri olduğu halde yine çok memnunum. Görüyorsunuz ya ne kadar kalabalık oluyor ve genç, ihtiyar herkes dinlemeye geliyor..

Mermer masaya vurulan kuvvetli iki üç değnek darbesi gürültüleri kesmeye ve sükutu takrire kâfi geldi. İskambiller masanın üzerine bırakıldı, tavlalar kapakları kapanırken son defa olarak takırdadılar. İskemlelerin cepheleri değiştirildi ve bütün gözler köşede, masasının üstüne bıraktığı çıkınların yanından ayrılmayan meddaha çevrildi, herkes can kulağıyla dinliyordu:

Sahn-ı perdaz gülzâr-ı belagat
Letaif-i kuy-i meydan-ı zarafet
Bu abd-i kemterin bî-bedâat
Eder geçmiş zamanlardan hikâyat
Garz-ı efsane arz etmek değildir
Çıkar bir kıssadan bin ders ibret..

Aşkî Efendi'nin her yere beraberinde götürdüğü kânûnî arkadaşı, meddahın bir işaretiyle sazının tellerine dokundu. Biraz sonra Aşkî Efendi de boğuk bir sesle çalınan besteye refakat ediverdi. Başlangıçtan anlaşılıverdi ki Aşkî Efendi bu gece operet kabilinden bir meddah piyesi söyleyecekti. Bu, demek ki, bir şarkılı ibret(!) olacaktı.

Meddah Efendi'nin kendi tabiriyle " İşitenlere ne mutlu!" olan fasıl hitama erdiği zaman ortalığı yine bir sükun kapladı.

Aşkî Efendi sırtından çıkardığı paltoyu katlayarak masanın üzerine bıraktı. Bu hareketle kahvehanede bir kahkaha seferberliği ilan edilmiş oldu. Gülmeye hazırlananları fazla bekletmek de insafsızlıktı. Destanını okudu.
. . .
Destanını taklitleriyle okuduktan sonra değneğini yere vurdu  ve:
- Hak dostum hak! diye hikâyesine girişti.
. . .
Davulla beraber biten hikâyenin mevzusunu yine Aşkî Efendi şöyle hülasa ediyor:
"Süleymaniye civarında tımarhane sokağında Cevher Hanım namında bir kadın Kastamonulu Veli Dayı ile Tevfik Bey'i işret alemine davetle tuzağa düşürür. Batakhanede bulunan cellatlar her ikisini de telef etmek üzere iken Veli Dayı bir cariye vasıtasıyla meseleyi anlar ve cellatları telef eder. Sonra iş hükûmete aksedince Veli Dayı mükâfat olarak memleketine sılacı gönderilir."

Şimdi siz bu hikâyeye gülmez misiniz? Gülmezseniz kırk iki senedir herkesi güldüren meddah efendiyi tanımıyorsunuz demektir! O halde ... saraydan tutunuz en ücra köy içlerinde bile şöhreti dillere destan olan meddah efendinin kendisini dinlemeyenler ve hele hikâyelerine gülmeyenler için söylediklerini henüz işitmemişsinizdir!

Size İbriktarbaşıların Zehra Hanım ile Gündoğdu Kalfa'nın nasıl ve neden basıldığını da anlatan olmadıysa, meddah efendinin maharetini kadim ve daimi müşterisi Mücevher Ağa'dan sorunuz! Mücevher Ağa, size ilk olarak Aşkî Efendi'yi dinleyen Cennetmekân Efendisi'nin o gece değişmeye mecbur olduğu çamaşır-ı şahanesindeki hali anlata anlata bitiremeyecektir!

(Cumhuriyet, 1925)

11 Ağustos 2016 Perşembe

Hilafetten Sonra İlk Hutbe Nasıl Okundu?

Dün Camilerde Hutbe Nasıl Okundu?


Dünkü Cuma hilafetin ilgasını müteakip gelen ilk cumadır. Bu münasebetle cuma namazında hutbelerde hiç isim zikredilmemiş, yalnız ümmet-i islâmiye ve Türk cumhuriyetinin saadet ve selameti için dualar okunmuştur. Esasen bu cihet daha evvelce evkaf müdüriyetinden İstanbul'daki bilumum hatiplere tebliğ edilerek cuma namazı hutbesinde millet ve cumhuriyetin refah ve saadeti namına dualar yapılması lüzumu bildirilmiş ve bu hususta hatiplerden imza dahi alınmıştır.

Bu yoldaki tenbihata riayet etmeyen hatipler hakkında takibat-ı kanuniyede bulunulacağı kendilerine ayrıca bildirilmiştir.

Ayasofya Cami-i Şerifi hatibi Hacı Hafız Mehmet Nazif Efendi hutbede Türkçe olarak, isim yerine, Türkiye Cumhuriyeti'nin tealisini zikretmiştir. Hatip efendi bunu müteakip, birkaç hadis-i şerif kıraat etmiş ve manalarını Türkçe olarak izah eylemiştir. Diğer camilerde de hatipler aynı suretle hareket etmişlerdir.

Dün cuma namazını kılan müslümanlar ehadis-i şerifenin Türkçe'ye tercümesinden daha ziyade memnun olmuşlardır.

Cuma namazlarında irad edilecek hutbelerin Türkçe olması, halkın anlaması sebebiyle şüphesiz daha muvafıktır. Mamafih İstanbul Müftülüğü bu hususu nazar-ı itibara alarak hutbelerin hiç olmazsa Türkçe'ye tercümesi için bazı teşebbüslerde bulunmak tasavvurundadır. İstanbul Müftüsü Mehmet Fehmi Efendi bu hususta diyor ki: 

" Hutbeden maksat onun ifade ettiği manayı cemaate anlatıp cemaati ona göre amele sevk etmektir. Hatta bazı Arap ulema-yı ahiri kitaplarında bile hutbenin Türk diyarında Türkçe olarak okunması lüzumunda müttefiktirler. Bunun için de teşkilini düşündüğüm bir komisyon marifetiyle bu ciheti tetkik ederek münasip hutbeler, mev'izalar vücuda getirmek tasavvurundayım. Mezkur komisyon Ramazan Bayramı'nı müteakip teşkil ve içtima edecektir. Komisyonun tertip edeceği mev'izalar hükûmetçe de tasvip edilecek olursa bunları bir risale şeklinde tab' ve vilayata tevzi' edeceğim. Hutbelerde okunan ayet-i kerime ve hadis-i şerifler tabiatıyla Türkçe'ye tercüme edileceklerdir. Çünkü hutbeden beklenilen gaye efkâr-ı diniyeyi halka anlatmaktır."

(8 Mart 1924, Cumartesi)

9 Ağustos 2016 Salı

Pazarola Hasan Bey'in Ölümü


Pazarola Hasan Bey'i kim tanımaz.. Hangi esnaf onun ismini işitmemiş, hangi dükkâncı onun hayır duasını almamıştır. Hangi mu'tekid tâcir "uğurdur!" diye onun resmini dükkânına asmamıştır?..

Hasan Bey, İstanbul'umuzun bu pek maruf şahsiyeti dün sabah gözlerini ilelebet kapamıştır. Bundan sonra artık hiçbir kimse onun sokaklardan geçtiğini görmeyecek, hiçbir esnaf artık ondan (Pazarola Esnafbaşı!) diye dua alamayacaktır. Çünkü bir zamanlar kocaman başında iki parmak abani sarıklı fesiyle, arkasında abası, elinde tespihiyle dolaşan Hasan Bey son nefesini çoktan vermiştir.

Dün bu haberi aldığımız zaman bir muharririmizi Hasan Bey'in taht-ı tedavide bulunduğu Gülhane Hastanesi'ne gönderdik. Arkadaşımızı büyük bir nezaketle karşılayan Doktor İhsan Rıfat Bey, Hasan Bey hakkında şu malumatı vermiştir:

Hasan Bey 45 yaşında idi. Babası elyevm 85 yaşında olan Abdullah Efendi'dir. Validesi, pederiyle 40 sene yaşadıktan sonra ölmüştür. Abdullah Efendi bilahare diğer bir hanımla evlendiği için bugün Hasan Bey'in - baba bir - üç erkek kardeşi vardır. Bunların biri eczacı binbaşısı, diğeri memur, üçüncüsü de yüzbaşıdır.

Hasan Bey doğduğu zaman normal bir çocuk imiş. Fakat iki buçuk aylık olunca hastalanmış ve başı tedricen büyümeye başlayarak (hidrosefalik) bir çocuk olmuştur.

Hasan Bey'in ölümünü intac eden hastalık iki sene evvel başlamıştır. Bir gün bir araba çarparak kendisini yere düşürmüş ve Hasan Bey bu yüzden hastalanarak Cerrahpaşa Hastanesi'nde tedavi edilmiştir. Fakat Hasan Bey'in artık eski neşesi ve keyfi kalmamıştır. Nitekim iki ay evvel bu hastalık nüksetmiş ve Hasan Bey göğsünden ızdırap çekmeye, günden güne kendisini kaybetmeye başlamıştır.

24 Mayıs'ta Gülhane'ye geldiği zaman Hasan Bey ifadeye gayr-ı muktedir bir halde bulunuyor ve yürüyemiyordu. Çünkü her iki ayağında da felç vardı. Hasan Bey yatırıldı ve son derece ehemmiyetle tedavi olundu. Hastalığı esnasında çorba, kahve ve sigarayı pek fazla içiyor ve bu üç şey verildikçe keyfi yerine geliyordu. Hatta son iki üç gün zarfında sıhhati çok iyi idi. Bunun için hemen  hemen her gelen ziyaretçi ile temas ettiriliyor, Hasan Bey de onlara: " Sen çok yaşa! İyi olunca seni tekkeye götüreceğim, sana dua edeceğim!" diye teşekkürler ediyordu. Fakat son gece birdenbire fenalaştı ve bu (dün) sabah on buçukta "tüberküloz kaşeksi"den öldü.

Hasan Bey'in cenazesinin ne zaman kaldırılacağı malum değildir. Eğer ailesi müsade ederse otopsi yapılacak ve dimağı açılacaktır. Mamafih bu dimağın 1750 gram kadar suyu ihtiva ettiği tahmin edilmektedir.

Hasan Bey'e rahmet dilerken, ailesiyle onun gaybubetinden müteessir olanlara beyan-ı taziyet eyleriz.


(1926) 

6 Ağustos 2016 Cumartesi

Bekir Ağa Bölüğü'nde Neler Gördüm? - 2 -

Haftada iki gün mevkufların aileleriyle temasına müsade edilmişti. Pazartesi ve perşembe günleri hariçten gelenler, merkez kumandanlığının müsadesini aldıkları takdirde mevkuflarla görüşebilirlerdi. Fakat bu müsade on beş dakikaya münhasırdı. Bu yüzden ne feci sahneler olurdu. Mülakat mahalli kapıdan girilince öne çıkan taşlıktı. Burada ancak beş on kişi görüşebilirdi. Halbuki içeride üç binden fazla mevkuf vardı. Ziyarete gelenler ekseriya kadınlar ve çocuklardı. Bunların kapıda yaptıkları sahneler çok müthişti. Sırası geldikçe bunlardan bazılarını naklettiğim zaman, kârîler bu sahneleri daha yakından göreceklerdir.


Her gün divan-ı harpler toplanıyor. Yüzlerce kişiyi muhakeme ediyorlardı. Muhakeme neticesinde idama mahkum olanlar koğuştan çıkartılıp bahçedeki inşaat koğuşuna indirilirdi. Buraya inen mevkuf cezasını bilir ve korkmaya başlardı.

Bekir Ağa Bölüğü'ne geldiğimin ikinci günü idi. Abdülhamid'in serhafiyesi Kabasakal Mehmed Paşa'yı bir araba ile getirdiler. Senelerce dediği dedik, emri emir olan bu adam, jandarmalar arasından Bekir Ağa Bölüğü'ne giderken bile saraya giden bir nâzır gibi kemâl-i azimetle yürüyor, etrafa yukarıdan dürbünle bakar gibi bakıyordu.

Paşa'yı kapıda biz karşıladık. İçeriye girer girmez bütün mevkuflar pürtecessüs gözlerini Hamid devrinin bu müheykel mümessiline atfettiler. Koğuşa girer girmez etrafına bir bakındı. Getirildiği yeri pek benimsememiş, beğenmemişti. Muhteşem kalın halılarla örtülmüş müzeyyen odalarda yaşamaya alışmış olan bu serhafiye, çıplak ve her türlü ve her sınıftan insanla dolu bu koğuşta biraz şaşırdı, etrafına hayretle bakındı. Sonra kendini topladı ve selam verdi. Huzuruna çıkmak bile mümkün olmayan serhafiyeye etraftan mukabele ettiler. Bazıları daha ileri gittiler:

- Vay Paşa Hazretleri, görüşmek nihayet burada mukadder imiş, dediler. Koğuş o kadar kalabalıktı ki burada paşaya bir yer bulmak mümkün olmadı. Kendisini aldık. Dış kapının sağ tarafında bulunan odaya götürdük. Burada Bediüzzaman Şeyh Said-i Kürdi yatıyordu. Şeyh Said, paşayı memnuniyetle karşıladı. Paşa azimetle içeri girdi. Hâlâ azimetli tavrını bırakmış değildi. Bizlere uşakları nazarıyla bakıyor gibiydi. Fakat sonra yavaş yavaş hakikatle karşı karşıya kaldıkça kendini büyük gören bu istibdat heykeli küçüldü. İnceldi. Vaziyeti anladı ve bir köşeye sindi.

Ben onu senelerce devletin büyük işlerine karışmış, umur görmüş, incelmiş yüksek bir adam zannederdim. Ona mevkisiyle mütenasip hürmette kusur etmiyordum. Halbuki bu debdebe ve haşmetin altında gizli olan kaba ve iğrenç Kabasakal meydana çıkmakta gecikmedi. Hâlâ Türkçe öğrenmemişti. Kaba bir Çerkes şivesiyle konuşuyor, etrafına emir vermeğe çalışıyordu. Bediüzzaman Şeyh Said, onu teselli etmek istedi:

- Müteessir olmayınız paşam, bu da geçer, dedi. Paşa kesik ve boğuk bir sesle cevap verdi:

- Evet öyle, insanın başından her şey gelir geçer. Fakat bunu söylerken başından ip geçeceğini hiç aklına bile getirmemişti.

Kabasakal ilk gecesini sakin ve sessiz geçirdi. Fakat aradan yirmi dört saat geçip de vaziyette bir değişiklik görmeyince sinirlenmeye, asabi buhranlar geçirmeye başladı. Elinde bir tespih mütemadiyen bir aşağı bir yukarı geziyor, konuşmuyor, Şeyh Said'in sözlerine baştan savma cevaplar veriyordu. Belli ki vaziyetin vahametini hissetmeye başlamıştı. İkinci günün akşamı bayıldı. İçeri koştuk, kendisini ayıltıncaya kadar hayli zahmet çektik.


O günden itibaren artık daha kendine gelmedi. Yatağının üstüne oturuyor, elindeki tespihi çekerek kendi kendine bir şeyler söyleniyordu. Şeyh Said her gün zeytin ekmek yerdi. Paşa böyle bir yerde yaşamaya alışmadığı için ne gelirken yemek getirmiş ne de burada yemek getirtmeyi düşünmeye vakit bulmuştu. Fakat Kabasakal geldikten sonra Şeyh Said'in zeytin sarfiyatı birdenbire kabarmıştı. Günde yüz dirhem zeytinle iktifa eden şeyhe şimdi günde bir okka yetişmiyordu. Nihayet bu zeytinini verirken sormaktan kendimi alamadım:

- Şeyh Efendi, ne çok zeytin yiyorsunuz!? dedim. Derdini dökecek bir adam arıyormuş gibi:

- Sorma, dedi. Benim yediğim yok. Ben ancak üç dört tane yiyorum, mütebakisini bu adamcağız yiyor.

Hayret ettim. Buraya gelinceye kadar bu adam acaba zeytin nedir görmüş müydü? Belki rakı masasında parmak gibi büyük zeytinleri meze olarak kullanmıştı. Fakat böyle zeytin ekmekle yaşamayı aklına getirmiş miydi? O vakit hatırladım. 319 senesinde 313 kur'asının terhisi esnasında, terhis edilen efradı görmek üzere Haydarpaşa'ya gitmiş, vagonları birer birer gezmişti. Neferlere nezaret eden bir yüzbaşıyı peynirli pide yerken görmüş ve elinden pideyi alarak yere atmış ve bağırmıştı:

- Böyle şey de yenir mi? Be herif, sende mide denilen şey yok mu? Milletin halinden bu derece bî-haber olan bu mütekebbir paşa, şimdi zeytin ekmeğe merhaba demeye mecbur olmuştu.

Kabasakal'ın muhakemesi süratle icra edildi. Divan-ı harbe bir defa sevk edildi ve daha birinci celsede idam kararı verildi. İdam kararı o vakit mahkumlara tebliğ edilmezdi. İdama mahkum olanlar gece yarısı koğuşlarından alınır, bahçedeki inşaat koğuşuna götürülür, ertesi sabah erkenden idam edilirdi. Halbuki divan-ı harb Kabasakal hakkında verdiği idam hükmünü kendisine bizzat tebliğ etti.

Divan-ı harbden çıktığı zaman rengi atmış, ayakları gevşemiş, yürüyüşünü şaşırmıştı. Kendisini aldık. Doğru inşaat koğuşuna götürdük. Gece yarısı paşayı idama götürecektik. Gecenin kalın zulmeti kalkmış, etrafı hafif ve donuk bir aydınlık kaplamıştı. İstanbul derin uykuya dalmıştı. Benim için bu idam vakası da yeni bir tecrübe olacaktı. İnsan asmak, adam öldürmek kolay bir şey değildi. Fakat vazifelerimden biri de bu idi. Hayatımda yaptığım işlerin belki de en fecisi bu idi. İlk gece birkaç kişiyi asmıştık. Onların bende yaptığı tesir o kadar feci idi ki yirmi dört saat kendime gelemedimdi. Ertesi gün idam işlerinden affedilmekliğimi rica ettiğim halde kabul edilmemişti, ikinci olarak da paşanın idamında bulunacaktım.

Elimizde beyaz gömlek, kelepçeler olduğu halde inşaat koğuşuna gittik. Paşa başı iki elleri arasında düşünüyordu. Bütün gece bu halde kalmış, uyumamış, hatta yatmaya bile lüzum görmemişti. Bizi görünce karşısında Azrail'i görmüş gibi yerinden sıçradı. Biraz sendeledi. Az daha düşecekti. Yanımdaki neferlerden biri koluna girdi. Paşa bir neferlere, bir bana baktı:

- Ne o evladım, diyebildi.. Beni de mi idam edeceksiniz?

Bunu söylerken sesi titriyor, ayakları ispazmuza tutulmuş gibi sallanıyordu. Ölümü hiç düşünmemiş, Azrail'i aklına bile getirmemişti. Sehpada ölmek onun aklına gelebilir miydi?
Paşa, bizim aldırmayıp kollarına kelepçeyi geçirmeye başladığımızı görünce:

- Bu saatte mi? dedi. Yarını bekleyiniz gün olsun.

Can ne kadar tatlı şeydir. Öleceğini biliyordu. Fakat birkaç dakika olsun kazanmak istiyordu. Teselli etmeye mecbur oldum:

- Korkmayınız, Paşam, dedim. Sizi zabitân koğuşuna götürüyoruz, sehpaya değil. Filhakika zabitân koğuşuna götürüyorduk. Fakat idama hazırlamak için. Zabitân koğuşuna girer girmez paşa işi anladı. Tazallüme başladı.

14 Temmuz 2016 Perşembe

Bekri Mustafa


Memleketimizin her tarafında bu ismi tanımadık kimse yoktur. Yüzlerce senelerden beri Karagöz oyunlarında görerek, mangal başında büyük ninelerin masallarında dinleyerek Bekri Mustafa ismiyle muvaneset etmemiş bir çocuk nadirdir. Bu kadar maruf ve meşhur olan Mustafa Ağa - o zamanlarda tahsil ve terbiye görmüş olanlara da ağa deniliyordu - gece ve gündüz işrete müdavim olduğu cihetle "Bekri" diye iştihar etmişti. Leyl ü nehar sermest bulunan bu zat zamanının hoş sohbet zürefâsından olduğundan dillerde yüzlerce hikâyât ve letâifi ile cümlenin aşinâsı bulunmuştur.

Bekri Mustafa Dördüncü Murad devrinin meşahir-i zürefâsından ve yorgancı esnafından Ahmed Ağa namında bir zatın mahdumu olup Kadırga yakınlarında Cündi Meydanı ile Küçük Ayasofya Cami-i şerifi arasında bir hanede 1010 sene-i hicriyesinde tevellüd etmiştir.

Pederinin hal ü vakti müsait olduğu cihetle Mustafa çocukluğu zamanını refah içinde geçirmiş ve beş yaşında iken Küçük Ayasofya Cami-i şerifi ittisalindeki mahalle mektebine verilerek orada mushaf-ı şerifi hatim etmekle beraber mukaddemat-ı ulumi  gördükten sonra Bayezid Cami-i şerifinde medrese derslerine devam ettirilmiş ve epeyce ilim tahsil eylemiştir.Mustafa'nın on altı yaşında olduğu sırada pederi Ahmed Ağa soğuk algınlığı neticesinde yataklara düşmüş ve sonrasında vefat eylemiştir. İki sene sonra yani Mustafa on sekiz yaşında olduğu sırada validesi de vefat etmekle tek başına kalmış ve işte bu esnada bazı arkadaşlarının ibram ve ısrarı üzerine ilk defa olarak Kumkapı'da Ermeni milletinden Agop'un işletmekte olduğu Gedikli meyhanesine giderek işrete başlamıştır.

Bekri Mustafa henüz genç denilebilecek yaşta yani kırk bir yaşında iken dört-beş gün süren bir hastalığı müteakip vefat etmiş ve cenazesi, vasiyeti mucibince, o zamanlarda müdavimi bulunduğu Balıkpazarı meyhaneleri civarında kain kabristana defnedilmiştir. Bilahare mezkur kabristan kaldırılıp yerine dükkân ve çarşılar inşa edilmiş ise de Bekri Mustafa'nın kabri, hürmeten yerinde bırakılmıştır.Bu mezar el-yevm Yemiş İskelesi'nde Kasımpaşa Sokağı'nda Hasan Çavuş nam zatın üç numaralı dükkânının arkasındadır. Mürur-i zaman ile zarar gören mezarı 318 senesinde o civar esnafının cem eyledikleri iane ile tamir ve müceddeden taş rekz edilmiş olduğundan bugün mamur bir halde bulunmaktadır.

İşte  Bekri Mustafa'nın letaif ve hikâyâtından birkaçı:

İşte Böyle Yuvarlarım!
İşretin memnu' olduğu bir zaman Bekri Mustafa'yı bir meyhanede içerken tutarlar ve inkâra mahal kalmaması için şişesini, kadehini beraberr alıp Bostancıbaşı'nın huzuruna götürürler. Meğer Bekri Mustafa'yı yakaladıkları zaman şişenin dibinde biraz rakı kalmış. Bostancıbaşı şişeyi elinde sallayarak:
- Be adam! Şu zıkkımı nasıl içersin! deyince Bekri Mustafa şişeyi ve kadehi eline alıp:
- Efendim işte böyle, ibtida şişeyi elime alırım, sonra kadehe boşaltırım. Kadeh dolduğu gibi kaldırır ve yuvarlarım! demiş ve artan rakıyı da Bostancıbaşı'nın huzurunda içmiş.

Ziyan Olmasın!
Bekri Mustafa nasılsa bir gece hasta olur ve hekim celp olunur. Hasta muayene edilir:
- Artık ümit yok kendisini rahat bırakınız deyince Bekri Mustafa yorgandan başını çıkararak:
- Öyle ise dışarı çıkın da mumu söndürün ziyan olmasın, der.

Besmele İle İçmezmiş
Bir gün Bekri Mustafa Ağa'yı karakola Bostancıbaşı'nın huzuruna götürmüşler. Bostancıbaşı Bekri Mustafa'ya:
- Senin şarabı besmele ile içtiğini ahali şikayet ediyor demesi üzerine Bekri Mustafa hiç telaş eseri göstermeyerek:
- Aman ağa ben suyu içerken bile aklıma besmele gelmez nerde kaldı ki şarap içerken hatırıma gelsin! demiş.

8 Temmuz 2016 Cuma

O Eski Hücreye Benzer Ki yahut Aşk* - Ahmet Haşim


Ziyâ-yı şemse kapanmış bütün deriçeleri
Bir öyle hücreye benzer ki ömrümün kederi

Gubâr-ı ye's ü fenâ sinmiş orda elvâna
Emel, heves bırakılmış sükût u nisyâna

Bütün hadâik-i histen o toplanan ezhâr
Uyur mekâbir-i minâda bî-ümid-i bahâr

Bu pembe gül, bu karanfil ağır ağır solmuş
Üzerlerinde değiştikçe her mükedder kış

Ocak harâb u tehi.. Lamba? Kimsesiz, a'ma
Bu semt-i hasta eder hüzn ü uzleti imâ

Soluk cidâra asılmış durur garik-i melâl
O çehreler ki uyur gözlerinde eski hayâl

O eski hücreye benzer ki ömrümün kederi
Çekilmiş ufk-ı teselliye karşı perdeleri

Evet bu hücreye benzer şebâb-ı muhtazırım
Düzeltecek ele hicrân içinde muntazırım

Ahmet Haşim

Yıllar önce Osmanlı Türkçesi ile yayınlanmış bu şiirin adı "Aşk" olarak geçiyor. Yine bir başka husus da bu şiirin en son beyiti.. Şerif Hulusi'nin Mayıs 1967 baskılı "Ahmet Haşim, Hayatı, Sanatı ve Seçilmiş Şiirleri" kitabında dahi bu son beyit yer almamaktadır. Belki de ilk defa bu şiirin bu beyitini biz ortaya çıkarmış bulunuyoruz.

24 Haziran 2016 Cuma

Bir Dalavere Hikâyesi


Yatsıdan sonra mahalle kahvesinin ocağa yakın bir köşesinde imam efendi nargilesini içerken, Kızanlıklı Fevzi Ağa yanına sokuldu, usulca:
- Hocam, dedi. Sana bir şey danışacağım.
- Nedir?
- Allah hayırlara tebdil etsin, ben dün gece bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşallah, anlat bakalım!
- Yeşil bir bahçelik içinde, bir su başında otururken yanıma ak sakallı, nurani bir derviş geldi. Eliyle omuzumu tutarak: Ya Kızanlıklı Fevzi, dedi, kapa gözünü!.. Kapadım, bir saniye geçmeden:  Aç!.. dedi, açtım ki Gümüşsuyu mezarlığının üst başındaki servilik içinde bir mezar taşının yanındayım, işte senin kısmetin bu taşın dibindedir, dedi, yarın sabahleyin gider, orayı kazar, kısmetini alırsın!
- O halde bunu kimseye söyleme, yarın sabah erkenden git oraya bir yokla bakalım!..
Kızanlıklı Fevzi Ağa'nın imam efendiye anlattığı bu rüyayı, ocak başından aynen duyan çırak Kenesetli Abdi, içinden: Oğlan, dedi, şu heriften evvel ben gidip orayı bir yoklayayım..

Ertesi sabah Abdi gayet erken oraya gitti, taşın dibini, etrafı araştırdı, hiç bir şey bulamadı. O zaman kendi kendine:
- Ben de amma enayiyim ha! dedi. Yabanın budalasının sözüne inanıp da bu soğukta, bu yağmurda buraya geldim.
Tam geriye dönerken aklına müthiş bir şeytanlık geldi. Elini cebine soktu, ne kadar parası varsa çıkardı, bir mendile sardı, mezar taşının kovuğuna soktu ve arkasına bile bakmadan oradan savuştu.

O gece kahvede imam merakla Fevzi Ağa'ya sordu:
- Nasıl, gittin mi bu sabah?
- Gittim ama bir şey bulamadım.
- İyice araştırdın mı?
- Çok araştırdım.
- Belki toprağa gömülüdür, sen yarın sabah bir kazma al da git, oraları kaz! İhmal etme, boş değildir bu rüya!..
- Bakalım kısmet ise çıkar. Yarın da öyle yapayım.
Halbuki Fevzi Ağa imama yalan söylüyordu. Kenesetli Abdi'nin mendile sarıp bıraktığı yedi yüz elli küsur kuruşu almış, hatta dönüşte bunun yüz kuruşunu da dilencilere dağıtmış ve bu akşam yatsı namazında dervişin tekrar görünmesi için dua bile etmişti..
Gündüzleri rençberlikle geçinen Fevzi Ağa o mahallenin tenha bir sokağında viran bir evin alt katında kimsesiz otururdu. Bir oğlu vardı, o da askerde idi. Bu gece mutadın hilafına eve erken geldi, erken yattı. Yatakta bir iki saat kadar kendisini uyku tutmadı, aklı fikri hep dün geceki dervişte idi. Mütemadiyen okuyor üflüyor, bir an evvel uyuması için zorla gözlerini kapıyordu. Gece yarısına doğru tam biraz dalmıştı. Kulağına bir ses gelir gibi oldu:
- Ya Kızanlıklı Fevzi!
Evvela bir mana veremedi, karanlıkta biraz şaşkın şaşkın bekledi, acaba hayal mi dedi. Sonra ses tekrar etti:
- Ya Kızanlıklı Fevzi!
Korku, tevekkül, ümit karışık bir halde kalktı, pencereye koştu.
- Ya Kızanlıklı Fevzi!
- Efendim, kimsin sen, ne istiyorsun?
- Beni tanıdın mı?
- Hayır!
- Ne çabuk unuttun, daha dün gece görüşmedik mi, pencereyi aç da bak, tanırsın!
Pencereyi açtı, başını dışarı uzattı, baktı ki bahçenin bir kenarında koca kavuklu, saçlı, sakallı bir derviş.
- Aman Dede Sultan, affedersin.. Şey..
- Dediğim yere gidip emanetini aldın mı?
- Aldım Sultanım, aldım.
- Aldın ama yanlış almışsın. Benim sana tarif ettiğim mezartaşı, daha iki yüz elli adım ileri gidip sağ taraftaki kırk merdiveni çıktıktan sonra karşına gelecek yeşil parmaklıklı türbenin arkasında idi. Sen yanlışlıkla bir dul kadınla iki yetimin nafakalarını almışsın. Korkarım ki onların bedduası seni perişan eder. Onun için o aldığın paranın daha beş mislini üstüne zammeyle, götür, şimdi oraya bırak ve yarın, akşam ezanı okunurken tarif ettiğim yere git, kendi kısmetin olan elli adet Mahmudiye altınını al!.. İşte ben gidiyorum..

Ertesi gece imam tekrar Fevzi Ağa'ya sordu:
- Ne yaptın, bugün gittin mi?
- Gittim ama benim bu işe aklım ermedi.
- Neden?
Fevzi Ağa yana yakıla bütün macerayı anlattı ve sonunda:
- Ben sanıyorum dedi, yine yanlış yere gittim. Umarım ki o zat bu gece gelip yine bana gözükür, bakayım, sorayım da neresidir? İyice anlayayım!..
Sonra Abdi'ye döndü:
- Bana bir soğuk su verir misin!
Abdi suyu getirdi, dedi ki:
- Ne o Fevzi Ağa, galiba bu akşam yağlı yemişsin, için yanıyor. Al bakayım tabakayı da bir sigara sar!..

Ahmet Haşim ve Piyale'si

Aramızda garip bir şair yaşıyor:
Şiirlerinin en harikulâdesini ekseriya nesirlerinde okuduğumuz Ahmet Haşim Bey.
Ahmet Haşim Bey (Aspirin Bayer) gibidir. Yani onu terkib eden unsurun reçetesi henüz çoğumuzca meçhul demek istiyorum.
Bu insanı hayli kere zakkuma, asit sülfürüne, cehennem taşına benzettim. Fakat muvaffakiyetli bir teşbih bulduğumdan hiç bir kere emin olamayarak!
Nefretle gurur ve aşka istihale etmek isterken yüzde doksan kin ve istikraha çevrilen bir hassasiyet onu kemiriyor.
Ahmet Haşim Bey'in mesut olmasına imkan yoktur. Fakat beşeriyet bu kadarıyla olmasa Ahmet Haşim büsbütün çıldırırdı sanırım. Zira o zaman hilkatindeki hicv-i tırpani ne bulup da ne doğrayacaktı? Halbuki Ahmet Haşim Bey'in bütün haz ve saadeti, tırmalayıp yırtabileceği hamakatlerle çirkinlikleri parçalamaktan ibaret gibidir. Belahet ve mümtaziyetsizlik karşısında ondan müthiş ne panter gördüm ne de yaban kedisi!
Ahmet Haşim Bey, fikirleri itibariyle edebiyatımızın Haccac-ı Zalim'idir desem caizdir.  Hamsi sürüsünü önüne katmış bir kılıç balığı gibi her gün belahetimize satır atmaktan keyif duyar. Onun zekâsı bir mevzuya döküldüğü vakit gözlerimizin önüne garip bir manzara geliyor: Güya bir şişe tuz ruhu yere düşüp kırılmış da ortalığı kemirmekle meşgul!
Ahmet Haşim Bey'in diğer bir hususiyeti:
Yeni olmak için eskiliği bırakmağa hiç lüzum görmemek. Türk edebiyatında yenilik için onun kadar müşkülpesend ve titiz, eskimiş ve tozlanmışın karşısında yine onun kadar hiddetli kimse yoktur. Bununla beraber Ahmet Haşim Bey üslup ve lisan itibariyle bugünün birçok teceddüdlerini sevmez ve bunlara karşı hiç de dost olmasa gerektir.

                                                              *
                                                           *    *

Gaflet ettim değil mi? Kârilere delilini gösteremeyeceğim birçok iddiayı birbirinin arkasına sıralamakta ne kadar isabet vardır? Bana sorsalar ki sıkılmış pamuk barutu haline getirdiğin adama iftira etmediğin ne malum? Onun hangi eserini göstereceksin ki iddialarınızı ispat için hüccet olabilsin? Vereceğim cevabı pek bilemiyorum! Zira bugün bahsetmek istediğim Piyale - Ahmet Haşim Bey'in yeni şiir cüzdancığı - büsbütün başka mahiyette. Gayet nefis eşyaya meraklı birisinin evinde vaktiyle fil dişiyle bağadan yapma bir kutucuk gördümdü. Bu kutu, küçücük ebadı ortasında adeta harikalar saklı durabilen bir müze gibiydi.
Şimdi Ahmet Haşim Bey'in küçücük Piyale'sini o kutucuğa benzetiyorum. Cidden ne ufacık şey. Hatta Piyale bile değil kuş suluğu! Lakin gradosu ne kadar yüksek bir ispirto ile doldurulmuş, insanı rüyavi bir şartrozla sarhoş ediyor, Piyale'yi iki haftadır cebimde taşıdım. Her yalnız kaldıkça onu açarım; bazılarını, senelerdenberi tanıdığım eserleri, tekrar okudum ve hatta bunu bazen nasıl yaptım bilir misiniz? Öksürük şekeri yer gibi!
Ahmet Haşim Bey'de yeniden dikkatimi uyandıran noktalar:
Lisanı eski, fakat taze. Bu lisan çok yaşamış fakat yıpranmamış, ihtiyarlamamış bir adama benziyor. Şiirleri fevkalade bir japon yelpazesi, bir fağfur-i kâse gibi eşya ile olan tersimi hasımlığını daima muhafaza etmekte ve anlaşılıyor ki Ahmet Haşim Bey hâlâ sanatı her türlü içtimai, siyasi ve ahlâki endişelerin çok üstünde tutan ve güzelliğin zerafet bahsinde diğer tali mülahazaların hiç birisine tahammül edemeyen titiz bir âbid, mutaassıp şiir sofisi ruhunu muhafaza ediyor. Hem de ne halis bir itikat ve sadakatle!

                                                             *
                                                          *    *

Ahmet Haşim Bey tekmil nükte ve manalarını bize birdenbire tevdi' eden gayet vâzıh şiirleri sevmiyor. Belli ki bu nev'i manzumeler onun gözüne ablak suratlı ve inceliksiz güzeller gibi amiyane ve kalın görünmektedir. O halde ne yapalım? Ahmet Haşim Bey'in bizim gibi tereddüdü yoktur.
İşte bir (Çaka) reisi gibi verdiği hüküm:
Vuzuhu kurşuna dizmeli! Aman zaman diye yalvardınız mı gösterebileceği azami müsamahakârlık şu: O halde şiir hududunun haricine! Bütün efradına rağmen hakperestâne bir asabiyetle titreyen bu satırlar çok güzeldir ve bazı uzak hakikatlere hayli yakın düşünceleri ihtiva ediyor. Mamafih azizliği sevsem Ahmet Haşim Bey'e şunu derdim: Şair dostum, mademki anlaşılmanın o kadar lüzumuna kail değilsin o halde meramını anlatmak için çektiğin bu kadar zahmet niçin ve ne sebepledir ki anlaşılamamaktan en zâlim ızdıraplar duyuyorsun? Gelelim küçük nazım parçalarına, bunlar hakikaten birer damla-yı ahenk ve renkli birer kıvılcım, bazılarını beraber okuyalım:

Parıltı
Ateş gibi bir nehir akıyordu
Ruhumla o ruhun arasından
Bahsetti derinden ona hâlim
Aşkın bu onulmaz yarasından
Vurdukça bu nehrin ona aksi
Kaçtım o bakıştan, o dudaktan
Baktım ona sessizce uzaktan
Vurdukça bu aşkın ona aksi.. 

Diğer:

Dönsek mi bu aşkın şafağından
Gitsek mi ekâlim-i leyâle
Bizden daha evvel erişenler
Ağlar bugün evvelki hayale

Dönmek mi? Ne mümkün geri dönmek
Düştüyse gönüller bu melâle
Bir eldir ufuklardan uzanmış
Zulmet bizi çekmekte visâle..

İşte bir nefise daha:

İşveyle fısıltıyla, gülüşle
Olmuş şeb-i sevda yine bî-hâb
Oklar gibi saplanmada kalbe
Düştükçe semadan yere mehtab.

Buseyle kilitlenmiş ağızlar
Göze neler eyler neler işrâb
Uçmakta bu ateşli havada
Vuslat demi bir kuş gibi bîtab..

Şu son kıtayı yukarıya yazdıktan sonra kendi kendime düşündüm. Ahmet Haşim Bey'in vuzuh hakkında söylediği sözlere muvazi birtakım mülahazalar acaba tenkit bahsinde de tekrar edilemez mi? Vaktiyle yine Ahmet Haşim Bey'in "Göl Saatleri" münasebetiyle söyledim, mesela bir vanilyanın kokusu yahut akan bir suyun sesi tahlil ve tenkit olunur mu?
Münekkid, şah eserler arasında ruhunun sergüzeştlerini anlatan adamdır diyen büyük zekâ ne doğru bir söz söylemiş! Huduttan çıkmayayım. Şimdi kârilere söylenecek en samimi lakırdı şundan ibaret:
Al oku ve mest ol!


(Fâzıl Ahmed, 1926)

18 Mayıs 2016 Çarşamba

Maarif Nişanı


Maarif Nişanı, Osmanlı Devleti'nde eğitim, sanat ve bilim alanında çalışmalar yapan kişileri ödüllendirmek için Sultan Mehmed Reşad tarafından 1910 tarihinde verilen bir irade ile oluşturulan şeref nişanıdır.
(Maarif Nişanı Birinci Rütbesi)

Maarif Nişanı Nizamname Layihası

Birinci Madde
Silk-i talim müntesibinine ve hidemat-ı maarifperverâneleri müşahid olan zevata i'ta olunmak üzere bu kere "maarif nişanı" namıyla bir nişan ihdas olunmuştur.
İkinci Madde
Maarif nişanı üç rütbe üzerine mürettebdir.
Üçüncü Madde
İşbu nişan kayd-ı hayat ile i'ta olunur.
Dördüncü Madde
Maarif nişanının birinci ve ikinci ve üçüncü rütbeleri zemini kırmızı mineli muhaddeb bir daire üzerinde alamet-i seniyye-i Devlet-i Osmaniye olan hilâl ve yıldızı ve hilâlin ortasında tuğra-yı hümayunu havi olacak ve hilâlin beyaz mineli zemini üzerine "ulum u fünun u sanayi-i nefise" ibaresi yazılacaktır. Birinci rütbesi yeşil mineden ma'mul defne dalı taklidi bir daire ile muhat olacak ve ikinci rütbesi de yıldız cihetinden iki kavis daire ve üçüncü rütbesi de yine yukarı cihetinden iki kavis ile muhat bulunacaktır.
Beşinci Madde
Maarif nişanının birinci rütbesi kenarları beyaz, ortası kırmızı kurdela ile gerdana, ikinci ve üçüncü rütbeleri aynı renkte kurdela ile göğsün sol tarafına ta'lik olunur. Birincisi otuz yedi milimetre, ikincisi otuz milimetre, üçüncüsü yirmi altı milimetre katrında olacaktır.
Altıncı Madde
Maarif Nişanı ile beraber berat-ı âlisi dahi testir ve i'ta olunur. Beratı olmadıkça hiç kimse bu nişanı ta'lik edemez.
Yedinci Madde
Muallimlerden maarif nişanının üçüncü rütbesine kesb-i istihkak edebilmek laakall beş sene silk-i talimde hüsn-i hizmet etmekle meşruttur. Üçüncü rütbesine ihraz eden muallimin hizmet-i talimiyeye devam şartıyla beş sene mürurunda ikinci rütbesine ve on sene sonra birinci rütbesine kesb-i istihkak ederler. Fakat muallimlikte on veya on beş sene hüsn-i hizmetleri görülmüş olanlara veya hidemat-ı maarifperverâneleri sebk edenlere bidayeten ikinci veya birinci rütbeleri dahi tevcih olunabilir.
Sekizinci Madde
Maarif nişanının bir rütbesinden diğer rütbesine irtika edenler aldıkları rütbenin madununda olarak kendilerinde bulunan nişanı red ve iade eyleyeceklerdir.
Dokuzuncu Madde
Meslek-i talimden sükutu müstelzim olan mücazat-ı kanuniye maarif nişanının hakk-ı ta'likini selb eder ve istirdadını mucib olur.
Onuncu Madde
"Maarif nişanı" hükûmet-i Osmaniyeye birer suretle hidemat-ı maarifperverâneleri sebk eden ecanibe dahi i'ta olunur.
Onbirinci Madde
"Maarif nişanı" maarif-i umumiye nezaretinin takdir ve inhası üzerine ba-irade-i seniyye-i hazret-i padişahi ihsan buyurulur.

13 Mayıs 2016 Cuma

Adakale'de

Tuna üzerinde beş yüz elli senelik Osmanlılıktan kalma bir eser..

Daha Birinci Murad'ın vasıl olduğu Tuna'daki hakimiyet-i nehriyemizin son izi..

Mevkisini görseniz cennete teşbih ederdiniz. Tuna'nın verdiği feyz ve bereketten en ziyade müstefid olan bir mevki şüphesiz ki bu Osmanlı adacığıdır. Ada pek büyük değildir, çevresini yarım saatte değilse kırk dakikada bol bol dolaşabilirsiniz. Ahalisi yedi sekiz yüzü buluyor. Evleri tahta perde içinde saklı olduğu için tarz-ı mimarileri hakkında malumat veremeyeceğim. Fakat sokaklarının genişliği bir metre ile iki metre arasında tahallüf eder. Ahalisi fakir addolunabilir. Mamafih hepsi çalışkandır. Ada içinde umuma ait olmak üzere iki bina bulunur ki birisi büyük ve müzeyyen hükümet konağı, diğeri de taştan binasıyla, güzel bir minber ve yekpare bir halısıyla adada birinci derecede ziynetli bulunan cami-i şeriftir. Caminin içinde mektep olmak üzere ayrılmış hususi odalarda iki muhterem sima küçükleri yetiştirmekle meşgul, her ikisine de gösterdikleri gayretten dolayı tekrar tekrar teşekkür borçluyum.

Hükûmet konağının arkasında kâfi miktar arazisi varken ve defaat ile Viyana Sefareti vasıtasıyla müracaat-ı resmiyede bulunulmuşken dört hükûmetin nokta-i iltisakında bulunan bu mevki-yi mühime bir hükûmet dairesi yaptırılmıyor. Viyana Sefareti dedim de hatırıma geldi: Adanın vaziyet-i hukukiye ve idaresi pek gariptir. Adanın müdürü bittabi diğer nahiye müdürlerinden farklı bir maaş alır. Müdürün bir kaymakam yahut mutasarrıf veya valiye tabi' olmayıp Viyana Sefaretine merbutiyeti ve bahusus bazen de bu defa olduğu gibi sâbık bir şehbenderin tayin edilmiş olması hükûmetin buraya layık olduğu ehemmiyetle baktığını zannettirirse de heyhat!.. Karşısında Orşova. Macaristan'ın en kıyısı olduğu halde asfalt kaldırımlarla, muazzam ve latif binalarıyla nazara çarparken, öbür tarafta Sırbistan'ın, Bulgaristan'ın, Romanya'nın muntazam kasabaları bulunurken, adanın bir metre genişliğindeki sokakları, tahta perde içindeki evleri, bir kulübeden daha küçük hükûmet konağı, bir müdür ile bir muallimden ve dört jandarmadan mürekkeb memurin kadrosu hakikati hemen gösteriveriyor. Hatta hükûmet-i sâbıka buraya asker göndermek zahmetinden kendisini kurtarmak için Avusturya'dan 45 neferle bir zabit gelmesine bile müsade etmiştir. Daha garip olmak üzere şunu da söyleyeyim ki adada daire-i askeriye bahçesinde senede üç dört gün Avusturya sancağı rekz olunur bir bandıra direği de vardır.

Bunun kadar teessüf vesilesi olacak bir şey daha varsa o da adanın dört tarafındaki askeri kumandanlık dairesinin hatta asker ikamethanesinin bizim hükûmet dairesinden pek büyük olmalarıdır. Adanın dört tarafındaki askeri karakol dairelerine karşın bu üç mevki-i resmiye karşı
-tekrar edeyim- bizim bir tek hükûmet dairemizle bir de camimiz var. Onların kırk altı askerine karşı bizim altı memurumuz bulunuyor. Yeni tayin olunan hâkim bile el-an gelmemiştir.

(Adakale'de müdüriyet dairesi ve heyet-i idare ile bazı muteberan)

Buranın bir de belediye meclisi vardır ki rastgelen dükkânda ve ekseriya bir kahvede in'ikad eder. Belediyenin senevi varidatı ancak on iki bin kuruştur. Bu para ile bir belediye dairesi yapılması mümkün olmadığı gibi bir belediye tabibi de bulundurulamıyor. Hatta Orşova'dan zaman zaman birkaç gün için bir doktor bile getirilemiyor. Ancak bir ibtidaî muallimi tayin edilebilmiş. Şayan-ı teşekkürdür. Çünkü her şeyden evvel muallime olan ihtiyaç takdir olunuyor demektir.

Su, adayı o kadar yiyor ki (i'tikâl) bir tarafının arzı hemen otuz, otuz beş metreye inmiş. Adanın etrafına rıhtım gibi bir şeyler yapmak na-kabil. Çünkü belediyede para yok. Birkaç seneye kadar adanın ikiye bölüneceğinden korkuluyor. Her sabah Tuna yükseldi mi diye defalarca sahile koşan bu zavallı halk hükûmetten bir miktar para istemeği akıl edemiyorlar. İ'tikâle karşı birkaç söğüt ağacı dikmek çaresi varsa da ne onu bulabiliyorlar ne de bulsalar esaslı bir mani' olabilecek.

Adanın ahalisi üç sanatla iştigal eder: Şekercilik, kayıkçılık, kaçakçılık. Burada bir gümrük memuru tayin etmek külfetinden kurtulmak için hükûmet ahaliyi diğer vergilerden olduğu gibi bu gümrük vergisinden de  affetmiştir. Onun için ahali Macaristan'da pahalı bulunan şekeri adalarına getirerek muahharen Orşova'ya nakledip külli bir kâr ile satarlar. Bu yüzden zengin olanları çoksa da fakirlere bu sanat kapalıdır. Bunu zenginler bir inhisar tahtına vaz' etmişlerdir. Kayıkçılık da başlıca vesait-i maişetten biridir. Şu kadar ki son zamanlarda getirilen bir Avusturya motoru bu ticareti de ehemmiyetsiz bırakmıştır. Tebaamızın şikayatı mesmu' olmakla beraber şiddetini el-an muhafaza etmektedir.

Burada reji tütünü de yoktur. Ahali kendileri tütün imal ederler. Bir fabrika vardır ki tütün imaline yetişemez. Ma'mulât teneke ve mukavva kutular içinde dört tarafa naklolunur. Tuna üzerinde işleyen vapurlarda tekmil kahveciler Adakaleli olduğu için bu tütünlerin gerek naklinde, gerek vapurlar derununda  bey'inde büyük bir âmil vazifesini görürler.

Adaya gelmezden evvel beş yüz elli senelik hakimiyet-i nehriye-yi Osmaniye'nin son parçasına koşmak, oradan Osmanlı puluyla etrafa mektuplar, kartpostallar yağdırmak istiyordum. Heyhat! Bu da boşa çıktı. Çünkü bir posta memuru tayin etmek adanın memurin bordrosuna zam vuku'nu icab ediyor.

Ada ziyaretçileri bu Osmanlı toprağına koşarak Osmanlılığın yirminci asırdaki medeniyetini görmek, Osmanlı parasını almak, Osmanlı puluyla etrafa mektuplar göndermek istiyorlar. Fakat hepsi de benim gibi hüsran-ı emele uğruyor. Burada Osmanlı parasını bereket olarak saklarlar. Bu parayı bilenler, nezdinde bulunduranlar diğerlerine naz ile gösterirler. Pulun bir tanesi bile bulunmaz. Mektuplar Orşova'ya, Macar postahanesine gönderilir. Hele ecnebilerin bizim medeniyetimizi görmek için buraya gelip sonra onu bütün memalikimize kıyas eylemeleri o kadar girandır ki..


Üsküp'te kalıplanmış fesim yollarda berbat olmuştu. Zannediyordum ki adada kalıpçı bulabileceğim. Yanılmadım, kalıpçı vardı, vardı ama kalıbı bir. O da benim işime yaramadı.

Müdür Refet Bey çalışkandır. Bir hükûmet dairesi, bir hapishane, bir posta merkezi yapmak istiyor. Fakat bizim o daracık bütçemizin te'kidleriyle beyhude araştırıp duruyor. Avusturya'nın 46 askeri için yapılmış hapishaneye karşı bizim bir mahkememiz, bir hâkimimiz bile yok ki sekiz yüz Osmanlı islamı için bir hapishane yapılsın. (İhtimal ki oradaki müslümanların seviye-i irfanları hapishane inşasına lüzum göstermemiştir.) Eskiden bir hâkim varmış, hükûmet dairesinde yer olmadığından nerede oturduğunu bilmiyorum. Fakat bildiğim bir şey vardır ki o da adi bir zelle-i lisaniye üzerine birinin idamına hükmetmiştir. Vakıa edilen şikayet üzerine hükûmet onu kaldırmış fakat yerine tayin edilen de el-an meydanda yok. Şer'i ve hukuki işlerden bir kısmını bu hâkim görecek. Fakat umur-ı hukukiye-i saire ile umur-ı cezaiye meclis-i idariye ait. Adada kavanin-i Osmaniye de cari değildir. Mesela ceza kanununun üç sene hapsine karar verdiği bir fiil için üç gün hapis kâfi görülür. Sonra yer olmadığı için mücrimin hapsi de pek müşkül olur da ikinci ve üçüncü günleri affolunuverir.

Müdür bey tahrir-i emlâke başladığını, tahrir-i nüfus yapmak istediğini söylüyordu. Fakat adalılar itiraz ediyorlarmış: Emlâkımızı tahrir etmeyin, vergi mi alacaksınız? Nüfusumuzu bilmeyin, askere mi alacaksınız? diyorlarmış. Çünkü bura ahalisi bütün vergilerden muaftır.

Dört jandarmamızın elbisesi Avusturya askeri elbisesi yanında o kadar fena ki sormayın. Ne ise bu sene hükûmet edilen ricalara karşı bir kışlık bir de yazlık elbise gönderebilmiş. Lakin bunların ne tüfenkleri ne de kasaturaları yoktur. Müdür bey bu dört kişinin yerine bir komiserle iki polisin gönderilmesini sefaret vasıtasıyla hükûmetimizden rica etmiş. Verilen cevap ise şu: Yüz altmış beş kuruş maaşları olan bu dört ihtiyar jandarma İstanbul'a isteniyor. Orada jandarma mektebinde okutulup ikmal tahsillerinden sonra adaya iade edileceklermiş. Halbuki Avusturya askeri büyük bir intizam gösteriyor. Muntazam kumandanlık dairesi, mükemmel asker ikamethanesi, güzelce karakollar yapılmış, temiz ve muntazam geziyorlar. Mamafih müdür ile beraber biz birkaç kişi gidiyorken nefer hiç beklemedi. Yüksek sesle bir "pardon"u müteakip safımızı yardı geçti. Hükûmetimiz arzu ettiği vakit çıkarmak üzere Avusturya askerini getirdiği vakit kaleyi onlara vermiş. Yıkılan bazı mevkileriyle bu kale bahçesini bugün asker kâmilen zapt etmiş bulunuyor. Buranın istifadesi kendilerine aittir. Hatta daha garibi bu kısm-i arazide vuku' bulan hadisat-ı hukukiye ve cezaiyeyi de kendileri halletmek isterler. Mesela bir hayvan buraya girse kıyametleri koparırlar. Müdüriyet hayvanların girememesi için nihayet buradan yola kadar duvar çektirmek mecburiyetinde kalmıştır. Bu mevkiden bir kısmını efraz ederek umumi bir park yapmışlar, adada hiç Avusturyalı olmadığı ve tekmil ahali İslam bulunduğu halde bahçede bulunan (Aviso) serlevhalı bir ilanda Türkçe bir kelime bile bulunmaz. Ezcümle sâbık kumandan askeri ikâmethanenin bahçesinde çiçekler ve Fransız hurufi ile Adakale yazdırmış. Yanına da ay ile yıldız yaptırmıştır ki müdür bey bilhassa bunu bize göstererek memnuniyetini bildiriyordu. Asker her üç ayda bir tebdil olunur. Müdüriyet bundan da beyan-ı memnuniyet eylemektedir.

Adada imparatorun hususi günlerinde ve diğer bir iki günde Avusturya bayrağı temevvüc etmesine de her nedense ötedenberi alışılmış, itiraz edilmiyor. Buna mukabil bizimkiler de bir şey düşünmüşler: Her cuma hükûmet dairesine çektikleri Osmanlı sancağından başka bir tanesini de minarede bulunduruyorlar. Güzel bir mukabele değil mi?

Ey Tuna üzerinde mütemevvic ve bulunduğun mevki-i dünya kadar mukaddes ve ulvî Osmanlı sancağı! Seni bir daha tebcil ederim.

(Üsküp Sultanisi Muallimlerinden 
Mustafa Muhsin, 1912)